Yaşar Sökmensüer

Otel oteli

Komodinin üstündeki sararmış, kalın camlı sürahinin ağzına içe dönük kapanan Paşabahçe Palaks… Karyolanın başucunda takvimden çerçevelenmiş eski bir manzara, yanındaki çividen sallanan havlu… Titrek iki iskemle, bir de masa.

Ölü rolü mü zor, yaşıyor rolü mü

“Mesela şarap açarken ölmek, iyi bir ölme şeklidir. Elbette şarabın tadına bakamadan ölmek acıklı bir şey ama ölmeden önce aklınızdaki son düşüncenin ‘Birazdan o mantarı çıkarıp şarap içeceğim’ gibi bir şey olmasından daha güzel ne olabilir?”

Yazarken şiirini seyreden şair

“Çabuk-güzel”, ne güzel bir teşbih, hatta tepeden tırnağa kozmetik çağımızda ne asi bir oksimoron değil mi? Tam kapıdan çıkarken saçlarını önüne döküp, sonra arkaya savurarak tarayan, saçları dağıldıkça taranan bir “çabuk-güzel” mi hayal edersiniz…

Her insan en az iki kişidir

Âşık olmuştu adam… “Boyu posu nasıl?” dedi arkadaşı; “İnce, uzun”… “Ya saçları?” diye sordu bu kez; “Saman sarısı”… “Peki ya gözleri, gözleri ne renk?”; Öylece kaldı, âşık adam; “Elâ mı, kahverengi mi, yoksa yeşil miydi hafiften?”… “Nefti” diye mırıldandı arkadaşı, bir daha hiç görüşmediler.

Herr Andersson n’olcak bu İsveç’in hâli?

Yirmi dört uzmanın ve muhtemelen üpüst düzey bir hükümet temsilcisinin katıldığı Ekonomi Fakültesi Uzmanlar Konseyi toplanmıştır. Ülkenin soğuk iklimine rağmen, hemen herkes elindeki mendille terini...

Uyanınca çocuk kalkmak

Bazı şairlerle “kuşak farkı”nı hissetmek zor. Hep birlikte “o kuşaklar” diye anılmak, “o zamanlı olmak” mümkün sanki. Mâkul bir illüzyonla hemen yahut kahve hatırı logaritmasıyla 41 sene sonra, mümkün.

Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar

Bafra sigarası içer; rivayete göre günde dört paket. İçer de kokusuna tahammül edemez o meretin. Ama şiirini “karanfil kokuyor cıgaram” diye yazar. Bahar da, şiir de hayatı başkalaştırır zira.

Sen şarkılarını söyle

Geçenlerde sosyal medyada bir video seyrettim. Başında takkesi, üstünde yeleği, kır sakallarıyla, lakabı medyada yakasına iğnelenen bir “Hacı Amca”, elinde mikrofonu şarkısını söylemeye hazırlanıyor.

Sende leyla, bende mecnun istidadı var

Bazı kadınlar tarzı-tavrı, sanatıyla öncü ve kalabalık da olsa, ölesiye yalnız kalıyor. Bazen zaman mahkûm ediyor onları, bazen yaşadıkları “mekân”... Dışarıda da olsalar, akıl hastanesinde de, onlar için hayat, kapatıldıkları Kadınlar Koğuşu.

Derdin müstehceni

“Bazılarımızın müstehcen diye kabul ettiği şeylerin önüne duvar örersek, bir sabah uyandığımızda hiç ummadığımız, beklemediğimiz şeylerle de aramıza duvarlar örüldüğünü görebiliriz. Bu inanın özgürlük değildir.”

Bana sahneni söyle…

Filmlerden akılda kalan sahneler hayata eklenir. Bazılarını paylaşmak istiyorum. Sereserpe izlemenin tam zamanıdır. Ne de olsa hayatın sahneleri, kalabilenler için “Evde kal” nakaratıyla biçimleniyor.

Sonuçta beklemedeydiler…

Bir savaş patladığında insanlar : “Uzun sürmez bu, çok aptalca!” derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi.

Varsa da, yoksa da Çalıkuşu

Onun sesi, kendine has vurgusu, şivesiyle tango, fokstrot, rumbalar, radyoyla ve 78 devirli taş plaklarla evlere girer: “Benim ‘göynüm’ sarhoştur, yıldızların altında”… Göynüne kurban senin...

“Namazımı kadınlar kılsın”

Büyük kum saati ağır ağır boşalıyordu dibine; küçük kum saati haşarıydı. Durma çevirmek gerekiyordu, -bir ters, bir düz- yeniden bir akış için. Büyük kum saati ömür olsa gerekti. Küçük kum saati belki aşkın, şiirin, tutkunun, başkaldırının, yanılsamaların, içindeki çocuğun, sıradışılığın saatiydi.

Gülün kokusu vardı

Gülle hiç işim olmaz bundan böyle; “Bu güller hiç kokmuyor, çiçek gibi kokmuyor” diye söylenen hem “huylu”, hem de huysuz bir Sevgililer Günü alıcısı gibi dolaşamam tezgâhları. Giderek kokusuz kalıyor ya hayaller, hatıralar... O nedenle de gül, uzak olsun benden.

“Travmay” Durağı

Virüsler, depremler, savaşlar, çığlar… Memleketin hâlleri Sait Faik’in “Kurabiye” öyküsüne başladığı satırları hatırlatıyor: “İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım.” Hikâye benzer de, sanki aşk hep filmlerde kalıyor.

Herkesin aşkı

Ava Gardner’ın ikinci adının Lavinia olduğunu yeni öğrendim. Ama Özdemir Asaf’ın şiirindeki “Lavinia”nın o olmadığını biliyorum.

Flores, flores para los muertos

“İnsanların türküleri kendilerinden güzel. /kendilerinden umutlu, /kendilerinden kederli, /daha uzun ömürlü kendilerinden.” İktidar o yüzden türkü sevmez.

Stil her şeydir

“Stil her şeydir. Stil her şeye cevaptır... Stil bir farktır; yapmanın, yapmış olmanın... Altı balıkçıl bir havuzda sessizce duruyor ya da sen banyodan çırılçıplak çıkıp yürüyorsun, beni görmeden... Stildir...”

Yılbaşından tayyare

Kadının bakışları adamın asla elinden bırakmadığı uzaktan kumanda aletine kilitlenince, yakalanmış gibi irkildi. Ekranda, “Ho, ho, ho” dedikçe kayan aksakalının altından kara bıyıkları gözüküyordu yerli Noel Baba’nın.

Gece her şeyin iki katıdır

Geceyi uzun yaşamak ömrü kısaltabilir doktor, ama ya “hayat”ı uzatıyorsa? Her gün gece uykusundan çalınan üç-dört saat… 3-4 saat X 365 gün X 50 yıl meselâ. Kaç yüz bin milyon baloncuk? Ötesi gece gündüzün devamı değilse, sadece sana aitse… Kaç hayat?

Tavşanın dağa küsmesi sanattır

Sanat sistemi, otoriteyi sorgular. Muhaliftir; çünkü “yeniden” yaratır. Bilirler ki şöyle iyice toplanıp, birlikte, yüksek sesle okusalar… Otoritenin bir şiirlik canı vardır.

Sen ne zaman öldün baba?

İlaç veriyorlar adı Cogito... Ama Cogito tabletleri, cümlesini tamamlayıp “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”a ulaştıramıyor onu. Yoksa... Yok mu artık o?

Gördüğümüze inanmayız ki biz

“Bırakalım şairaneyi şiir sanmakta, cicili bicili benzetmelere, buluşlara dudak ısırmakta devam etsinler. Sanatın bize bildiklerimizi tekrarlamasını, bizim istediğimiz gibi olmasını istedik mi, sanatı gerçekten bir ihtiyaç saymıyoruz demektir.”

Dumanın dayanılmaz ağırlığı

Rahmetli eniştem bedeninde nikotin bantları, kulağında akupunktur (o dönemin tiryaki küpesi), dudağında sigarayla söylene söylene aylarca gezdiydi de... Bir tek ben onu anladığımı sandım. Meğer Italo Svevo da anlamış.

Hepsi hikâye

Muhabbet her şeye rağmen güzel. Yeter ki birisi masaya, terk ettiğimiz, azalttığımız, unutayazdığımız bir şeyleri, kahveyi, çayı, sigarayı, rakıyı, sabaha eren geceleri, aşkı filan bıraksın. Ürkmeyin. Masanın ortasında, “Elin uzanırsa, ömrün kısalır” çiçeği de var.

Olmasaydı sonumuz böyle

Hemen herkesin bir şarkısını terennümüne, ıslığına aldığı Ahmet Kaya, bizim “farklı” olduğu için dışlanan, belki biraz yaban yanımızdı. Çoğumuz çaktırmadan sevdi onun şarkılarını… Bazen müzik yüksek bir beğeni değil ihtiyaçtı, buğulu gecelerde onu öyle de dinledi.

Savaşa kap kâğıdı

Savaştan, cepheden uzakta… Hızla, şöyle bir göz atıyoruz yazılana-çizilene. Ve o engin akıl-fikirlerimiz Woody Allen’ın ironisini andırıyor çoğu örnekte: “Hızlı okuma kurslarına gittim. Savaş ve Barış’ı okudum. Olay Rusya’da geçiyordu galiba...”

Figüran mevsimler

Çocukluğumun mevsimlerini, yani üçer aylık hızlandırılmış tabiat oyunlarını, “sahici mevsim” gibi hatırlıyorum. Mevsimlerin huyunca, tabiatınca boyverdiği/koyverdiği zamanlardı galiba onlar.

Varsın yağsın küçük hanım

Biten aşklarla, duran yağmur arasında koyu bir benzerlik vardır. Sağanakta yıkanan ladin yeşiliyle, aşkla durulanan ve zamanla durulan bakışlar arasında da... İster hüzün adına olsun, ister mutluluk adına. Yağmurda, gözyaşında her şeyin bir parlaklığı vardır.