Yaşar Sökmensüer
“Namazımı kadınlar kılsın”
Büyük kum saati ağır ağır boşalıyordu dibine; küçük kum saati haşarıydı. Durma çevirmek gerekiyordu, -bir ters, bir düz- yeniden bir akış için. Büyük kum saati ömür olsa gerekti. Küçük kum saati belki aşkın, şiirin, tutkunun, başkaldırının, yanılsamaların, içindeki çocuğun, sıradışılığın saatiydi.
Gülün kokusu vardı
Gülle hiç işim olmaz bundan böyle; “Bu güller hiç kokmuyor, çiçek gibi kokmuyor” diye söylenen hem “huylu”, hem de huysuz bir Sevgililer Günü alıcısı gibi dolaşamam tezgâhları. Giderek kokusuz kalıyor ya hayaller, hatıralar... O nedenle de gül, uzak olsun benden.
“Travmay” Durağı
Virüsler, depremler, savaşlar, çığlar… Memleketin hâlleri Sait Faik’in “Kurabiye” öyküsüne başladığı satırları hatırlatıyor: “İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım.” Hikâye benzer de, sanki aşk hep filmlerde kalıyor.
Herkesin aşkı
Ava Gardner’ın ikinci adının Lavinia olduğunu yeni öğrendim. Ama Özdemir Asaf’ın şiirindeki “Lavinia”nın o olmadığını biliyorum.
Flores, flores para los muertos
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel. /kendilerinden umutlu, /kendilerinden kederli, /daha uzun ömürlü kendilerinden.” İktidar o yüzden türkü sevmez.
Stil her şeydir
“Stil her şeydir. Stil her şeye cevaptır... Stil bir farktır; yapmanın, yapmış olmanın... Altı balıkçıl bir havuzda sessizce duruyor ya da sen banyodan çırılçıplak çıkıp yürüyorsun, beni görmeden... Stildir...”
Yılbaşından tayyare
Kadının bakışları adamın asla elinden bırakmadığı uzaktan kumanda aletine kilitlenince, yakalanmış gibi irkildi. Ekranda, “Ho, ho, ho” dedikçe kayan aksakalının altından kara bıyıkları gözüküyordu yerli Noel Baba’nın.
Gece her şeyin iki katıdır
Geceyi uzun yaşamak ömrü kısaltabilir doktor, ama ya “hayat”ı uzatıyorsa? Her gün gece uykusundan çalınan üç-dört saat… 3-4 saat X 365 gün X 50 yıl meselâ. Kaç yüz bin milyon baloncuk? Ötesi gece gündüzün devamı değilse, sadece sana aitse… Kaç hayat?
Tavşanın dağa küsmesi sanattır
Sanat sistemi, otoriteyi sorgular. Muhaliftir; çünkü “yeniden” yaratır. Bilirler ki şöyle iyice toplanıp, birlikte, yüksek sesle okusalar… Otoritenin bir şiirlik canı vardır.
Sen ne zaman öldün baba?
İlaç veriyorlar adı Cogito... Ama Cogito tabletleri, cümlesini tamamlayıp “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”a ulaştıramıyor onu. Yoksa... Yok mu artık o?
Gördüğümüze inanmayız ki biz
“Bırakalım şairaneyi şiir sanmakta, cicili bicili benzetmelere, buluşlara dudak ısırmakta devam etsinler. Sanatın bize bildiklerimizi tekrarlamasını, bizim istediğimiz gibi olmasını istedik mi, sanatı gerçekten bir ihtiyaç saymıyoruz demektir.”
Dumanın dayanılmaz ağırlığı
Rahmetli eniştem bedeninde nikotin bantları, kulağında akupunktur (o dönemin tiryaki küpesi), dudağında sigarayla söylene söylene aylarca gezdiydi de... Bir tek ben onu anladığımı sandım. Meğer Italo Svevo da anlamış.
Hepsi hikâye
Muhabbet her şeye rağmen güzel. Yeter ki birisi masaya, terk ettiğimiz, azalttığımız, unutayazdığımız bir şeyleri, kahveyi, çayı, sigarayı, rakıyı, sabaha eren geceleri, aşkı filan bıraksın. Ürkmeyin. Masanın ortasında, “Elin uzanırsa, ömrün kısalır” çiçeği de var.
Olmasaydı sonumuz böyle
Hemen herkesin bir şarkısını terennümüne, ıslığına aldığı Ahmet Kaya, bizim “farklı” olduğu için dışlanan, belki biraz yaban yanımızdı. Çoğumuz çaktırmadan sevdi onun şarkılarını… Bazen müzik yüksek bir beğeni değil ihtiyaçtı, buğulu gecelerde onu öyle de dinledi.
Savaşa kap kâğıdı
Savaştan, cepheden uzakta… Hızla, şöyle bir göz atıyoruz yazılana-çizilene. Ve o engin akıl-fikirlerimiz Woody Allen’ın ironisini andırıyor çoğu örnekte: “Hızlı okuma kurslarına gittim. Savaş ve Barış’ı okudum. Olay Rusya’da geçiyordu galiba...”
Figüran mevsimler
Çocukluğumun mevsimlerini, yani üçer aylık hızlandırılmış tabiat oyunlarını, “sahici mevsim” gibi hatırlıyorum. Mevsimlerin huyunca, tabiatınca boyverdiği/koyverdiği zamanlardı galiba onlar.
Varsın yağsın küçük hanım
Biten aşklarla, duran yağmur arasında koyu bir benzerlik vardır. Sağanakta yıkanan ladin yeşiliyle, aşkla durulanan ve zamanla durulan bakışlar arasında da... İster hüzün adına olsun, ister mutluluk adına. Yağmurda, gözyaşında her şeyin bir parlaklığı vardır.
“Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz”
Ne zaman sardunya görsem o gelir aklıma. Zeki Müren’le yapılan bir röportajda okumuştum: "Babaannem küçük, boş havuzun etrafına tenekelerdeki sardunyaları dizerdi. Benim ilk sahnem, o sardunyalı havuzlar oldu..."
Hayat için çocuk, ölüm için yetişkin
“İnsanların nasıl birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca, masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum. Dünyadaki en keskin zekâların bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlar, sözler icat ettiğini görüyorum.”
Koşarken yavaşlar gibi…
“Ne çıkarmış az içsem, bütün bütün bıraksam da içkiyi /İnanmazsın hiç mi hiç sevmiyorum zaten /Yazdan kalma bir bitkiyi çıkarıp /Doldurur gibi oyuğunu /Ya da bir hastayı düzeltircesine yatağında /Yalnızca yerine koyuyorum onu”.
Türkülerin efendisi
Kimi o müziği duyunca, -belki de hiç uzaklaşmadığı- o günlere dönüyor hâlâ. Kiminde küçük, sızılı bir anma hissi… Kimi o müziği, o sesleri tümüyle silmiş, kovalamış dinlediği türkü-şarkı repertuvarından.
Aynı filmin aynı yerden başladığı hayatlar
"Korkular su mudur süzülür parmaklarından /Camlarda buğulanır soğuktan yalnızlığı /İçinde bir ürperme eski yanılgılardan /Aynı filmin ısrarla aynı yerden başladığı /Kimliğini öğreniyor her defa başkasından...”
Alo, alo muhterem dinleyiciler
El kadardı ilk radyom, ama çok yakardı. (Kalem pilini, Berecleri, Pilma Tudorları kastediyorum) Olsun… Gençlerin temel ihtiyaçları barınma, beslenme ve kalem pildi o zamanlar.
Veni-vidi-cici bici
“Duygusal açıdan çok cahiliz. (…) Sen ve ben birbirimizi çok şımartmıştık, hava geçirmez bir varoluşun içindeydik. Her şey kusursuzdu, tek çatlak yoktu. Oksijensizlikten öldük.”
Bobisiz muhit “mahalle” sayılmaz
O günden sonra papatyaların nerede, nasıl boy attığına hiç şaşırmadım. Çakraz’da kumsaldan, ekim ayında Gökova’da kayalıkların arasından fışkırdıklarını gördüğümde bile... Ve “İnsan papatyaları öğrenmeli” dedim.
“İlâm”-ı aşk
Yıllar geçer, yolda yürürken bir kız çocuğunun balkondaki annesine seslenişini duyarsın: “Anneciğim, Nezahet de oynayabilir mi?” Bu küçümen cümlenin “öteki”ni yaratışını sezer, kulak kabartırsın.
Delikanlı genç kıza mahallede rastlamış
Misket gözlü, sek sek adımlı, papatya taçlı, kiraz küpeli, dirsekleri-diz kapakları bereli, tek koncu düşük soket çoraplı o güzelim kızları, o harika amazonları hiç birimiz unutmadık. Yetişkin sevdalarımızı, o çocukluk aşklarıyla aldattık önce.
Pencere çiçekleri
Biz sokak çocuğuyduk. Oyunda imtiyazsız-sınıfsız, -mahallede- kaynaşmış çocuklardık. Ya da bize öyle geliyordu. Çocuktuk, ufacıktık, top oynayıp acıkırdık mesela. Komşu teyzeler (komşu anneler), üzerine Sana (bana-ona-şuna-hepimize) yağı sürülüp, toz şeker serpelenmiş dilimleri tutuştururdu elimize.
Uzun hikaye abi
Rakılı gecelerde ne zaman bulutların arasından sıyrılan yıldızları, “ay”ı görse, çağırırmış karısını, içlerinden birisini gösterirmiş, “Bak Çolpan...” Çolpan, Çoban Yıldızı nam-ı diğer Venüs, Zühre, yani aşk, güzellik filandır ya...
Aşık olunabilecek erkeğin özellikleri
Dostların, arkadaşların, dünya âlem seni sevsin, herkeşler seni beğensin, takdir etsin. Hoştur da… Böylesi duyguların ten tene dile geldiği anlar bambaşkadır. Öyle uzanıp yatarken, laf ola beri gele konuşurken, koynundaki sevdalın parmaklarını dudaklarına koyup, dese ki: “Susss, şu sesi dinle! Bir elin tene değdiğindeki sesi…”