Yaşar Sökmensüer
Ne gibi geliyor, ne gibi…
Hayatın normalleri o kadar “norm”al, o kadar dar, baskıcı, o kadar sıkıcıydı ki, ondan biraz sapmak olağan bir çılgınlıktı… Çılgınlık “yeni normal”di elbette. Normal sayılan da parmakla gösterilecek, nidâ deyişiyle “anormal” olacaktı; yani “Aaa normal!” Normalleşen ve ‘leştirilenlerle bugünlere de uygun bir “mürekkep testi” fikrimce.
Filmin değil “protestonun Oscar’ı”
Adalet Bakanı’nın Özel Danışmanı, seçilmiş “sanık”lara öngördükleri cezayı açıklıyor: “Yasadaki ceza en fazla on yıl. On yılın hepsini yatsınlar”… “Hazır liste”yi de henüz davaya bile atanmayan savcının önüne koyuyor. Listedekiler “Yıldızlar Takımı”. Hükümete muhalif, farklı siyasi gruplardan -seçilmiş- sekiz “sanık”…
Saksıdaki melankolya çiçeği
“Yelekli Tevfik ve arkadaşları, bir ada ararlar. Sıkılmışlardır Rumelihisarı’nın uzun gecelerinden /(…) Yatak odaları sabah güneşi görecek, salon limanı alacak, çalışma masaları da dağ görünümlü. /Ve bir melankolya çiçeği, saksıda; suyu düzenli verilecek, yeri değiştirilmeyecek.”
Göğsüne pencere aç yavrum
Tuzu kuru bir söylemle, “İçimde bir sıkıntı var, kötü bir şey olacak” diyenler de enteresan. Olmuş zaten olanlar, tığ işi sıkıntı ciğerine işlemiş. Demeye dilim varmıyor ama… Kimi kendi sıkıntısını unutmak, üstünden atmak için daha beterini -uzaktan- seyretmeyi diliyor sanki. “Çok şükür” demenin, içindeki velede Suriyeli çocukları göstermenin bencil kökenleri…
Sadâkat evliliğe değil sevgiye
İki insanın iletişimi, dili, söyleme sanatı ile evli ya da “evli gibi” iki insanınki farklı. Sanat değil de zanaat mı acaba? Evlilik kurumsal bir dil kuruyor ama bu o dilin iletişim için uygun olduğunu göstermiyor elbette. Aralarındaki alışkanlık, zihin okuyuculuğuna gidebiliyor. Bu yönüyle geçen yıllar, tahlilleri-teşhisleriyle pozitif olmayan bir tecrübeyi de besliyor.
Mırın Kırın Tarihi ve Sıkılan İnsan
Zaman, insanın beş duyusundan, damağından da geçiyor. Bir bakmışsın, Attila İlhan’dan mülhem laternalar susmuş, sürahiler tenha, tek kibrit çakılmıyor. Gramofondaki incesaz, meyhane musikisi, hatta kadehlerdeki nazlı beyaz rakı, “Vaniköy korusunun teşrinlerdeki sisi”ne karışmış. “Kim kaldı?” da diyorsun içini çekerek, bazen “Ne kaldı?” da… Tehlikeli duygular.
“Arzu sosyolojisi”nde kahve
Erkek tavana kilitli bakışlarını yavaşça kadına indiriyor, “Ne içersiniz?” sorusunu garsondan devralıp yineliyor. İşte tanışmada en kritik an… “Ne içeriz?” yahut “Ne içelim?” derse başka nüans, söze “Ne içsem?” diye başlarsa başka kalınlık. Hiç sormadan, “Burası kahvesiyle meşhur, kahve içeceğiz”i buyuruyorsa, huyu “Ben bilirimci”den despotluğa kadar uzanabilir.
Ölümsüz olsa(mı)ydık
Gençler daha çok dışarıdan gelebilecek ölüme meyyaldir de, çok yaşlanınca ölüm insanın içinde, içerlerinde kıpırdıyor. Oradan sesleniyor, artık dışardaki sesleri ağır işiten, ama içindeki sesleri eksiksiz duyan ihtiyara; “Hişt, beni unutma…” İnsanların ölümü hatırlamasından hoşnut, yerdeki gökteki tüm tanrılar.
İlaç alınır, çay içilir…
Modacı, stil ikonu George Bryan Brummel, Mrs. Darcey’nin “Bir fincan çay alır mısınız?” sorusunu biraz kibirle, sert yanıtlıyor: “Madam, bir ilaç alınır, ama bir çay içilir...” Ki zaten bitki, onun deyişiyle “zerzevat” çayının yeri de mutfak değil ecza dolabı.
Ayrıntı sevgisi
Çayolog Adolf Goetz, “bazı mekânların çay içmek isteyenlerin ihtiyacını karşılamakta gösterdikleri sevgisizlik ve düşüncesizlikten” yakınıyor. Egemen söyleme kapılıp “Beter olsunlar” demeyeceğim ama artık “sevgi ve düşüncelilik” izdivaçta bile şart değil. Gelişmiş insanın sıkıntısı, bunalımı da bir tuhaf oluyor doğrusu. O kalitede bunalmak da zor.
“İt boğuşu”yla erkeklik düellosu
Sosyal medya, hayvanlara yapılan hayal edilemeyecek eziyetleri, işkenceleri, şiddeti de görünür kılıyor. Öyle zalimliklere, rezilliklere “yancı” yorumları, “espri”li mesajları, “ama”lı söylemleri de deşifre ediyor üstelik. Bazen bir suça yapılan yorumlar, o suçu bile solluyor. “Özrü kabahatinden büyük” meselesi fıkra değil artık.
Hayat sağlığa zararlıdır
Her türlü içecek türünü, içme tarzını üzerinde deneyen bir ahbabımız var. Çay bardağında içilen kahveye Ege’de Süvari, Akdeniz’de Tarz-ı Hususi denildiğini öğrenmiş. Bu afili unvanları görünce Facebook’da “Hobiler” kısmını doldurmuş hemen: Hususi tarzlar edinmek, Çay bardağında kahve içmek, Süvarilik…
Çay da alıngandır
Penceresinden attığı mektupta “Okuduktan sonra yırt!” diyor Vacide’ye… Vacide, “Uzun saçlı, kalkık burunlu, hoş bir kız…” O sokaktan gelip geçen 16 yaşındaki Attila İlhan’ın pencere çiçeği. Bir kere onu pencereden “aynada saçlarını tararken” bile görmüş. Öyle yakınlar yani…
Diktatörcülük oynamak
Tarihin en berbat dönemlerinin yüzleri, hatırlatıcıları diktatörler… Ama kimse kendi diktatörünü onlarla eş tutmuyor. Faşizm, diktatörlük birçok insan için geçmişte kalmış, “hayalet bir tehdit”. Ama hayaletler de ürkütür bazen. Hele ete kemiğe bürünürse…
Hanimiş benim paşa çayım
Seksapeli, tarzı tavan reklam dünyasında, sadece “Abi bi çay” gariban… Yapayalnız. Zira “Çaydan sonra seks, seksten sonra çay” paradigmasını ancak Anthony Burgess akıl edebilir. Kimse de nedenini, nasılını, “ne alaka”sını tahayyül edemez. “Çay ve ihtiyaç molaları”yla geçen ömürlerde romantizm de zor.
Kadehimde gül oya (¹)
Big Lebowski misâli, yarım avuç buz, kahve likörü, süt, votkayla White Russianlar ya da süt yararlı olduğu için çıkarılan terkibiyle Black Russianlar, nane likörlü Cin Mentalar, Becherovkalar… Hele Attila İlhan’ın “Kaptan” şiirindeki Fransız portakal likörü… “Hayatın gerçek tadı”nı, Cola’nın sloganı mı sanıyorsunuz hâlâ?
Küfrün küfretmeden tarihi
F... İngilizcede en yaygın, en esnek küfür. Oyun hamuru gibi. İfade ettiği duygu yelpazesi çok geniş… “Kavga yerine küfretmeyi seçen ilk insan, uygarlığın kurucusudur” diyen Freudian Küfürbaz Psikoloji’ye göre, salladıkça ferahlatıyor. “Derin beyin” ürünü, beynin gizli hücresi…
Tadı var, kokusu var, kendisi yok
O vitaminli, meyve özlü, “suda çözülebilen” iksiri, granülü, renklendiricisi, tatlandırıcısı, aromasıyla terkibindeki o izdihamı, tek kelimeye sığdıran ismi bile büyülü. Cola, Nescafe, Sana, Selpak, Orkid gibi onun da markası, aynı zamanda o şeyin ismi oluyor. O tür “şey”lere özünden hareketle koyulacak her isim, terkibini yahut fonksiyonunu deşifre riski taşıyor çünkü.
“Aç-İç-Kapa” devrimi
Tepesine vurularak çalıştırılabilen ilk siyah-beyaz TV’nin uslu teknolojisi, vurdulu-kırdılı “geçiş dönemi”nde başka komuttan, laftan anlamayan ilk renkli TV’ler için de geçerli. Milenyum yaklaşırken, 21. Yüzyıl’a böyle girilmesi -reklamlarda- biraz sakil duracağı için ana teknolojiler değiştiriliyor: “Kapatıp, yeniden açınız…”
Tahta kızakta tatsız istifham
“Vatandaş” röportajlarında, Hollywood oyuncuları ve metinlerinin kullanılması… Çektikleri seçim filminde, “muhalefeti destekleyen serseri takımı”nı ve “sağduyulu halk”ı oyuncuların canlandırması bugünlerin uzağında değil: “Asılsız bir şeyi durmadan tekrarlarsanız, insanlar ona inanmaya meyleder.”
Yazıldığı gibi okuyunuz
Yazıldığı gibi okunan “Koka Kola” kampanyası tutmayınca, işi iyice şahsileştirdiler. Bir baktık, Cola şişelerinde bizzat adımız var. Markette “Hişt…”, sesleniyor sana: “Gel adaş, gel...” Seçtikleri “Türk isimleri” tabii… Hemen ardından “Senin adın Mine ama sende tam Gülüm tipi var” kampanyası… Düpedüz “asimile kolası” değil de nedir Allasen?
“Yürüme”nin temel adımları
“İlk adım sol öne, ardından sağ paralel, sol arkaya, sağ arkaya ve beşinci adım cross” şeklinde çapraz “yürüme” satrancının temel adımlarıyla sürüp giden tangoya, sadece kuğuların hakkıyla yaptığı “vals”e göre Slow Dans nimettir. İnsanı esir alan aşkta, bari eller serbest olmalıdır.
İç içe filmler, aşklar
“Onun her şeyi olmak istedim” diyor kadın. Bilemiyor ki zamanın ego anıtı erkekte her şey, “her şey”den de çok. “Her şey”, o lastikten ölçü birimi, insan yaşadıkça büyüyen, uzayan bir şey zira. Her şey ile hiçbir şeyin yanılsamasında geçiyor ömürler. İç içe geçen filmlerdeki gibi…
Kraliçeyle dans eden şövalye
Eros’un ok harcamasına bile gerek kalmaz Slow Dans’ta. Bir de solcuysan Kozmonot Gagarin misali kollarını açar uçarsın valla, o havası uzay kabinde. Mevzu karışınca Titan Kronos’un kanatlarını kestiği garibim Eros da “Beni gençken görecektin” bakışıyla iç çeker -uçarak dans eden- sana.
Leblebili gazozdan Çölde “Çay”a…
Bir de dolma parmaklarıyla ince işlere asla hâkim olamayan, gazozun kapağını bile yumrukusuyla açmak için hatları keskin formika masa arayan cümle hemcinslerim gibi, iki pençesini bitiştirip parmaklarını o kalp emojisine benzetmeye kalkmasın mı!..
Mutluluğun resmini yapmak
Mutluluğu, çevrelerinden hiç ayrılmayan kedileri tamamlıyor. Hattâ bir aslan yavruları bile var. Özlenen bir sevgi, bağlılık seziliyor aralarında. Öyle ki, onlara ithafen bir şarkı bile yapılmış. Bir fısıltı duyuyoruz: “Bu dünyevi hayat oyun ve divanelikten ibarettir.”
Motor beceride kola otomatının yeri
Kolanın geliştirdiği motor beceriler sayesinde, kutu içeceklerin kapağının hassas ama kararlı parmak hareketiyle tek hamlede açılması, en sıradan insana bile “stil” de kazandırıyor. Gelmiş geçmiş en büyük stil üstadı Bukowski’nin “Sardalye konservesi açmak bir sanattır, stildir” demesi boşuna değil.
Marx ve arkadaşları mahallede
“Yerli malı, yurdun malı / Herkes onu kullanmalı” sloganıyla büyüyen, kreasyonlarını Sümerbank’tan yaratan, ilk “Hot Dog”u Et ve Balık Kurumu sosisleriyle deneyen kurumsal bir kuşağın utancıyla aniden öğrendik ki meğer “cola” emperyalizmmiş. Hele o “teneke cola”lar…
Bencillik sanatın başına belâ!
Mektepli yılların her anlamıyla “tek (biricik) ceket”leri, her gün giyile giyile parlamış kumaşı, omzu çökük vatkası, heybe gibi sarkmış cepleriyle, ceketten çok melâmet hırkasını, servetini, asaletini çoktan yitirmiş Hulusi Kentmen robdöşambrını andırırdı.
Sosyal barışta gazozun yeri
O kadar oyun karakteri bolluğunda, “Mehmetçikçilik” oynanmazdı nedense. Saygımızdan, hâlihazırda zaten Mehmetçik olduğumuzdan mıydı yoksa kimsenin o oyunda “düşman” rolünü kabullenmemesinden miydi bilemiyorum. Belki onu kürsüde büyükler oynadığı içindir.