Yaşar Sökmensüer

Flores, flores para los muertos

“İnsanların türküleri kendilerinden güzel. /kendilerinden umutlu, /kendilerinden kederli, /daha uzun ömürlü kendilerinden.” İktidar o yüzden türkü sevmez.

Stil her şeydir

“Stil her şeydir. Stil her şeye cevaptır... Stil bir farktır; yapmanın, yapmış olmanın... Altı balıkçıl bir havuzda sessizce duruyor ya da sen banyodan çırılçıplak çıkıp yürüyorsun, beni görmeden... Stildir...”

Yılbaşından tayyare

Kadının bakışları adamın asla elinden bırakmadığı uzaktan kumanda aletine kilitlenince, yakalanmış gibi irkildi. Ekranda, “Ho, ho, ho” dedikçe kayan aksakalının altından kara bıyıkları gözüküyordu yerli Noel Baba’nın.

Gece her şeyin iki katıdır

Geceyi uzun yaşamak ömrü kısaltabilir doktor, ama ya “hayat”ı uzatıyorsa? Her gün gece uykusundan çalınan üç-dört saat… 3-4 saat X 365 gün X 50 yıl meselâ. Kaç yüz bin milyon baloncuk? Ötesi gece gündüzün devamı değilse, sadece sana aitse… Kaç hayat?

Tavşanın dağa küsmesi sanattır

Sanat sistemi, otoriteyi sorgular. Muhaliftir; çünkü “yeniden” yaratır. Bilirler ki şöyle iyice toplanıp, birlikte, yüksek sesle okusalar… Otoritenin bir şiirlik canı vardır.

Sen ne zaman öldün baba?

İlaç veriyorlar adı Cogito... Ama Cogito tabletleri, cümlesini tamamlayıp “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”a ulaştıramıyor onu. Yoksa... Yok mu artık o?

Gördüğümüze inanmayız ki biz

“Bırakalım şairaneyi şiir sanmakta, cicili bicili benzetmelere, buluşlara dudak ısırmakta devam etsinler. Sanatın bize bildiklerimizi tekrarlamasını, bizim istediğimiz gibi olmasını istedik mi, sanatı gerçekten bir ihtiyaç saymıyoruz demektir.”

Dumanın dayanılmaz ağırlığı

Rahmetli eniştem bedeninde nikotin bantları, kulağında akupunktur (o dönemin tiryaki küpesi), dudağında sigarayla söylene söylene aylarca gezdiydi de... Bir tek ben onu anladığımı sandım. Meğer Italo Svevo da anlamış.

Hepsi hikâye

Muhabbet her şeye rağmen güzel. Yeter ki birisi masaya, terk ettiğimiz, azalttığımız, unutayazdığımız bir şeyleri, kahveyi, çayı, sigarayı, rakıyı, sabaha eren geceleri, aşkı filan bıraksın. Ürkmeyin. Masanın ortasında, “Elin uzanırsa, ömrün kısalır” çiçeği de var.

Olmasaydı sonumuz böyle

Hemen herkesin bir şarkısını terennümüne, ıslığına aldığı Ahmet Kaya, bizim “farklı” olduğu için dışlanan, belki biraz yaban yanımızdı. Çoğumuz çaktırmadan sevdi onun şarkılarını… Bazen müzik yüksek bir beğeni değil ihtiyaçtı, buğulu gecelerde onu öyle de dinledi.

Savaşa kap kâğıdı

Savaştan, cepheden uzakta… Hızla, şöyle bir göz atıyoruz yazılana-çizilene. Ve o engin akıl-fikirlerimiz Woody Allen’ın ironisini andırıyor çoğu örnekte: “Hızlı okuma kurslarına gittim. Savaş ve Barış’ı okudum. Olay Rusya’da geçiyordu galiba...”

Figüran mevsimler

Çocukluğumun mevsimlerini, yani üçer aylık hızlandırılmış tabiat oyunlarını, “sahici mevsim” gibi hatırlıyorum. Mevsimlerin huyunca, tabiatınca boyverdiği/koyverdiği zamanlardı galiba onlar.

Varsın yağsın küçük hanım

Biten aşklarla, duran yağmur arasında koyu bir benzerlik vardır. Sağanakta yıkanan ladin yeşiliyle, aşkla durulanan ve zamanla durulan bakışlar arasında da... İster hüzün adına olsun, ister mutluluk adına. Yağmurda, gözyaşında her şeyin bir parlaklığı vardır.

“Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz”

Ne zaman sardunya görsem o gelir aklıma. Zeki Müren’le yapılan bir röportajda okumuştum: "Babaannem küçük, boş havuzun etrafına tenekelerdeki sardunyaları dizerdi. Benim ilk sahnem, o sardunyalı havuzlar oldu..."

Hayat için çocuk, ölüm için yetişkin

“İnsanların nasıl birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca, masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum. Dünyadaki en keskin zekâların bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlar, sözler icat ettiğini görüyorum.”

Koşarken yavaşlar gibi…

“Ne çıkarmış az içsem, bütün bütün bıraksam da içkiyi /İnanmazsın hiç mi hiç sevmiyorum zaten /Yazdan kalma bir bitkiyi çıkarıp /Doldurur gibi oyuğunu /Ya da bir hastayı düzeltircesine yatağında /Yalnızca yerine koyuyorum onu”.

Türkülerin efendisi

Kimi o müziği duyunca, -belki de hiç uzaklaşmadığı- o günlere dönüyor hâlâ. Kiminde küçük, sızılı bir anma hissi… Kimi o müziği, o sesleri tümüyle silmiş, kovalamış dinlediği türkü-şarkı repertuvarından.

Aynı filmin aynı yerden başladığı hayatlar

"Korkular su mudur süzülür parmaklarından /Camlarda buğulanır soğuktan yalnızlığı /İçinde bir ürperme eski yanılgılardan /Aynı filmin ısrarla aynı yerden başladığı /Kimliğini öğreniyor her defa başkasından...”

Alo, alo muhterem dinleyiciler

El kadardı ilk radyom, ama çok yakardı. (Kalem pilini, Berecleri, Pilma Tudorları kastediyorum) Olsun… Gençlerin temel ihtiyaçları barınma, beslenme ve kalem pildi o zamanlar.

Veni-vidi-cici bici

“Duygusal açıdan çok cahiliz. (…) Sen ve ben birbirimizi çok şımartmıştık, hava geçirmez bir varoluşun içindeydik. Her şey kusursuzdu, tek çatlak yoktu. Oksijensizlikten öldük.”

Bobisiz muhit “mahalle” sayılmaz

O günden sonra papatyaların nerede, nasıl boy attığına hiç şaşırmadım. Çakraz’da kumsaldan, ekim ayında Gökova’da kayalıkların arasından fışkırdıklarını gördüğümde bile... Ve “İnsan papatyaları öğrenmeli” dedim.

“İlâm”-ı aşk

Yıllar geçer, yolda yürürken bir kız çocuğunun balkondaki annesine seslenişini duyarsın: “Anneciğim, Nezahet de oynayabilir mi?” Bu küçümen cümlenin “öteki”ni yaratışını sezer, kulak kabartırsın.

Delikanlı genç kıza mahallede rastlamış

Misket gözlü, sek sek adımlı, papatya taçlı, kiraz küpeli, dirsekleri-diz kapakları bereli, tek koncu düşük soket çoraplı o güzelim kızları, o harika amazonları hiç birimiz unutmadık. Yetişkin sevdalarımızı, o çocukluk aşklarıyla aldattık önce.

Pencere çiçekleri

Biz sokak çocuğuyduk. Oyunda imtiyazsız-sınıfsız, -mahallede- kaynaşmış çocuklardık. Ya da bize öyle geliyordu. Çocuktuk, ufacıktık, top oynayıp acıkırdık mesela. Komşu teyzeler (komşu anneler), üzerine Sana (bana-ona-şuna-hepimize) yağı sürülüp, toz şeker serpelenmiş dilimleri tutuştururdu elimize.

Uzun hikaye abi

Rakılı gecelerde ne zaman bulutların arasından sıyrılan yıldızları, “ay”ı görse, çağırırmış karısını, içlerinden birisini gösterirmiş, “Bak Çolpan...” Çolpan, Çoban Yıldızı nam-ı diğer Venüs, Zühre, yani aşk, güzellik filandır ya...

Aşık olunabilecek erkeğin özellikleri

Dostların, arkadaşların, dünya âlem seni sevsin, herkeşler seni beğensin, takdir etsin. Hoştur da… Böylesi duyguların ten tene dile geldiği anlar bambaşkadır. Öyle uzanıp yatarken, laf ola beri gele konuşurken, koynundaki sevdalın parmaklarını dudaklarına koyup, dese ki: “Susss, şu sesi dinle! Bir elin tene değdiğindeki sesi…”

Göğüs kafesi ve dar odalar

Çocukken "Sıkıldım..." dediğimde, rahmetli annem "Göğsüne bir pencere aç yavrum" derdi. O zamanlar gülerdim de, sonradan anladım pencereleri, pervazları.

Yalanın adını bad-ı saba koymak

Ayıplanmayı, dışlanmayı, bir başına kalmayı, hatta sudan bahanelerle cezaevini göze alarak doğruları söylemek… Yahut öyle ya da böyle yalanın yanında durup alayından –terfien- kurtulmak. , O altlı üstlü “ben”lerin bu mücadelesinde ilki lehine elde edilen zafer, yalnız, tek başına, törensiz kutlanabilecek bir mertebe günün koşullarında. Aynaya bakıp, usulca şerefe…

Hangi mevsimde ölmek istersiniz?

Reha Mağden dersen… Sait Faik hatırına ve inadına, yaz sıcağında babasının bej pardösüsüyle gidiyor Sanat Sevenler Derneği kokteyline. Çorapsız ayağında kışlık siyah kundura. Sıcak ne kelime, ona bakınca terliyorum. Hepsi yaz, hepsi de biraz ölüm gibi…

Adalet ve Hakkı Berhava’nın istifhamı (3) Haksızlık en katı öğretmendir

Gerekçeli kararın sonuna geldiğinde, “Buna da şükür… Bir bahane bulup da, gerekçeli kararla İmamoğlu’nun adaylığını iptal etmemişler” dedi. Noktayı mutfaktan seslenen Adalet Hanım koydu: “Madem bu kadar münazara var, keşke İstanbul seçimlerini, İstanbul’da değil de tarafsız bir sahada yapsalar.”