“Linç” kelimesi, 18’inci yüzyıl Amerika’sında yapılan yargısız infazlardan doğdu. Adını, toplu cezalandırmalar düzenleyen sözde yargıç Charles Lynch’ten aldı. Bugün ise o “aman ne demokratik” (!) hayatlarımızın ayrılmaz bir bileşeni. Artık hem zoraki tanıkları hem de aktif katılımcılarıyız. En sert darbeyi alan ise kuşkusuz düşünce ve düşünceyi ifâde özgürlüğümüz.
Bir kısım meallerin içeriği gerçekten “fantastik” diyebileceğimiz boyutta ifadelere sahip. Akademik mealler ile cemaatlerin kendi taraftarları için hazırlattığı mealler dışında, aslında Arapça bilmediği halde farklı mealleri okuyup kendi mealini yazan “amatörler” bile var. Denetleme yasaklamayı ya da kitap imha etmeyi içermek zorunda değil. Yasakçı olmayan denetleme mekanizmaları kurmak mümkün. Mesela bir olası çözüm gönüllü bir sertifikasyon sistemi kurmaktır. Diyanet veya başka yetkili/nitelikli bir kurum, dilbilimsel ve akait standartlarını karşılayan çeviriler için onay belgeleri verebilir
DİSK herhalde daha 1 ay geçmemiş 1 Mayıs’ta edilmiş büyük laflara, meydanlarda CHP’lilerle birlikte söylenmiş devrim marşlarına güvendi. Ama karşısında İzmir Belediyesi’nin hizmetlerinin aksamasının siyaseten iktidara yarayacağını söyleyen CHP’lileri ve muhalifleri buldu. 1 Mayıs’taki devrimci heyecan bir ay sonra yerini İzmir’de Tuncelili işçi sürek avına bırakmış. Aslında bu tarz bir solculuğun hubbu Marx’tan değil, buğzu Erdoğan’dan olduğu anlaşılıyor.
1968 döneminin hareketli günlerinde Ankara’daydık. Gösterilere, toplantılara, mitinglere katılıyor, gençlik hareketinin enerjisine ortak oluyordu. 12 Mart 1971’de askerler yönetime el koydu. Başbakan Demirel istifa etti. Ankara’da, askeri cuntaya karşı direniş giderek yaygınlaştı. Ardından tutuklamalar başladı. Perihan Kutlar’ın kızı Merih de tutuklananlar arasındaydı. O bütün bu hukuksuz uygulamalara direndi. Hapishane görüş odalarında, mahkeme salonlarında, günleri geçti.
Dücane Cündioğlu, “Tarhana çorbası içiyor adam, yani her tarafı Heidegger olsa ne olacak? Dürüm yiyor adam, Hegel anlatsa ne olacak?” demiş. Tahmin edilebileceği gibi bu sözler tepki almış, haklı olarak biraz da tiye alınmış. Cündioğlu’nun ifadelerini şakayla karışık bir mübalağa olarak mı saymalıyız? Yoksa Türkiye’de felsefenin durumuna ilişkin sıklıkla yinelenen şikayetlerin bir varyasyonu olarak mı görmeliyiz?