1968’de Ankara İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan, başörtüsü ile İslâm Tarihi dersine girip, okuldan atılınca Türkiye’de kıyamet koptu. Kararı protesto için ikinci sınıf öğrencisi Mustafa Demirsöz ölüm orucuna başladı. Fakültenin ön sokağında kurduğu bir çadırda haftalar geçirince komaya girerek hastaneye kaldırıldı. Fakülte yönetim kurulu bu sefer onu okuldan kovdu. Bunun üzerine yurdun her yerinden öğrenciler Ankara’ya yürüyüş yaparak protesto ettiler. Herkes Başbakan Demirel’in tutumunu merak ediyordu. Ancak Demirel üniversite yönetimiyle aynı fikirdeydi. Demirel, “20. asrın 1968 Türkiye’sinde, başörtüsü Türkiye’nin hangi problemini halledecek? Müdafaa edeceğimizi mi zannediyorsunuz?” dedi. Mecliste yaptığı bu konuşmayla CHP sıralarından büyük alkış aldı. Fakat kendi seçmenleri büyük hayal kırıklığına uğramıştı.
Günümüzün çağdaş futbol oyunu, sabit bölgesel ya da sınırlı mevki oyun alışkanlıklarıyla oynanabilecek oyun olmaktan çoktan çıkmıştır. Özellikle de geçiş oyun taktikleri, sabit bölge oyunu ve mevki oyunlarını işlevsiz hale getirmiştir. Çünkü artan atletik nitelikler çok daha büyük dinamizmlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş ve bu durumla baş etmek hem bölge hem de mevkileri daha bitişik hale getirmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Ya oyunu bitişik oynarsınız ve oyuna ve maç ortak olursunuz ya da sürekli tehdit ve tehlikelere maruz kalırsınız. Artık orta yolu yok bu işin.....
Tahsin Yücel, bugünün kuşakları arasında yapıtlarından çok 1990 yılında Hürriyet Gösteri’de çıkan bir yazısıyla biliniyor: Kötü bir yazar iyi bir romancı olabilir mi? Tahsin Yücel; romancı gömleğinin üstüne eleştirmen ceketini kuşanıp Orhan Pamuk’un çoğunlukla büyük bir başyapıt kabul edilen Kara Kitap’ı üstüne sert bir yazı yazmıştı. Bana göre bu yazı Türk edebiyatı tarihinde bir çeşit kırılma noktasıdır.
Düşünce ve ifade özgürlüğü bütünüyle pozitif bir özgürlüktür. Hukuki sınırları çizip bu alanı korumaya alınca çizilen sınırlar içerisinde kendiliğinden gelişeceğini düşünmek, her türlü derdi kanunla ortadan kaldıracağını zannetmek ya da tarlasının sınırlarını yeterince belirginleştirince kendiliğinden ekilip biçileceğini düşünmek gibidir.
Arap “hazine”yi ta çocukken buluyor: Albümler, kutular dolusu fotoğraflar… Biraz büyüyünce “Bir dünya buldum” diye anlatacak o günleri. Zaten gençliğindeki o sevgi, muhabbet dolu lakabı da fotoğraf sevdasından geliyor. Fotoğrafları banyo edince bir bakışta “arabı”ndan”, negatifinden bile tanımasından/tartmasından… Cebindeki küçük, özel -katlanır- lupuyla dünyaya da en açık alanları koyu, en karanlık alanları açık gösteren arabından bakıyor gibi bazen.