Rutte’nin Başbakanlığı’ndaki iki yıla yaklaşan dörtlü koalisyon, sığınmacılar ve konut piyasasını krize sokan göçmenlere karşı yeni önlemler üzerine anlaşma sağlanamayınca çöktü. Önlemlere karşı çıkanlardan biri de koalisyon ortağı D66 partisi ve onun Maliye Bakanı olan lideri Sigrid Kaag’dı. Son seçimden ikinci çıkarak büyük sürpriz yapan Kaag, Hollanda’nın tek kadın parti lideri. Eşi Filistinli bir doktor. Dört çocuklarının hem Hıristiyan hem Müslüman adları var. Kaag, siyasette kendince doğru bildiği her şeyi çok net şekilde ortaya koyan, herkesle tartışan bir isim. Onun ilham verici hikayesini iki yıl önceki seçim sonrası İzzet Akyol, Serbestiyet’e yazmıştı. O yazıyı yeniden yayınlıyoruz.
Çok uzak olmayan bir geçmişte, Türkiye’nin en yüksek yöneticileri, cumhurbaşkanı ve başbakan, Ankara ve Erbil’de Türk ve Kürt bayrakları önünde önce Mesut Barzani, sonra Neçirvan Barzani ile resim çektirdi. Daha iki ay olmadı; Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu Erbil’de Neçirvan Barzani’nin başkanlık törenine katıldı; Kürt bayrakları önünde ve Kürt millî marşı eşliğinde saygı duruşunda bulundu. Hepsi televizyonlarda yayınlandı.
Kişisel çağrıma aldığım cevapları aşağıda topladım. Toplam 12 tanıklık geldi. Bunlar kesinlikle kapsayıcı değil. Katkıda bulunan bütün kadınlara çok teşekkürler, sizi kucaklıyorum, yanınızda duruyorum.
İktidarın DEM Partili belediyelere el atmasını kimileri, zaten bir çözüm sürecinin olmadığının ve 1 Ekim’den beri olan bitenin bir tiyatro olduğunun açığa çıkması olarak yorumladılar. Aksi kanıdayım. Kayyımlar, bir sürecin olmadığından ziyade, süreçte işlerin iktidarın istediği gibi gitmediğinin bir göstergesi. Devlet, muhtemelen muhatapları ile bir mutabakata varamadı, onun için de dişini gösterdi. Çözüm süreçlerinin değişmez yazgısıdır; eğer süreçlerde başarı elde edilmez ve görüşmeler kesilirse, yumuşuma dönemlerininardından yoğun sertlik dönemleri gelir.
60 yaşındaki Stina Wollter, alışıldık İsrail eleştirilerinin ötesinde, “İsrail’in Filistinli çocukların organlarını sattığı” gibi değişik tezler de öne süren bir kişi. Bu yüzden, komplo teorilerine yatkınlıkla suçlanıyor. Bazı çevrelere göre Yahudi’lerin acılarına duyarsız bir kişi olan Stina, bazı çevrelere göre de tam tersine Avrupa kamuoyundaki Filistin’lilerin acılarına duyarlı olan aykırı karakterlerden.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’ye tam destek verdiği yorumları yapılan Meclis grubu konuşmasında ortağının iki ‘meşru’ muhatabını da anmadı. Bu aslında ciddi bir farklılığa işaret ediyor. Bana öyle geliyor ki Erdoğan grup konuşmasında bir yandan bu farkı görünür kılmak, bir yandan da arada bir görüş ayrılığı, bir çatlak olmadığını göstermek istedi ve bu amaçla da Bahçeli övgüsünü aşırı ölçülerde abarttı. Öte yandan Erdoğan bir muhatap da telaffuz etti: Kürt halkı. Ne var ki muhatabın ‘Kürt halkı’ olduğunu söylemek aslında ‘sıfır muhatap’ anlamına geliyor.
Lozan Antlaşması, 1921 Anayasasının yürürlükte olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. İster meclis tarafından ister asker tarafından yazılsın, Türkiye’de sonradan yapılan hiçbir anayasa 1921’deki “kurucu iktidar” tarafından yapılmış olan anayasanın özüne ve ruhuna aykırı olamaz. Darbe anayasası olarak bilinen 1982 anayasasın meşruiyeti, 1924 anayasasından farklı değildir. Nasıl ki 1787 tarihli Birleşik Devletler Anayasası’nın federatif yapısını bozacak bir değişiklik yapmak mümkün değilse, 1921 Anayasasının özü ve ruhundan saparak, Kürtlere mahalli yönetim ve ana dilde eğitim hakkı tanıyan hükümlerin, yeni anayasalar yapmak yoluyla ortadan kaldırılması meşru değildir.
İsmet Taşdemir, Bodrumspor’u ilk senesinde playoff oynattıktan sonra, bir sonraki yıl süper lige çıkardı. Bu süper lige çıkma hikayesinde bütün Bodrum şaşkındı. Doğru dürüst bir stadı bile olmayan bu turizm merkezi, çoğu daha önce süper lig deneyimi olmayan oyunculara birkaç takviye yaparak yola koyuldu. Stadın kapasitesi artırılarak 3 bin 200’e çıkarıldı. Bu mütevazi kadroyla ligin ilk 10 haftasında 10 puan gibi hiç de küçümsenmeyecek bir puan yakalayan İsmet Taştemir ile geçen hafta yollar ayrıldı. Kovuldu demiyoruz buna, ‘endüstriyel’ futbolda kabalık olarak görülüyor böyle söylemler. İsmet hoca büyük emekler verip süper lige çıkardığı takımından, tamirhanelere kaçan toplar gibi ayrı bırakıldı.
Devlet ve PKK kendileri için bunun rasyonel olduğunu düşünürse süreç başarılı olacak ve PKK Türkiye’ye karşı silah bırakacak. Bu, 40 yıllık bir meseleyi bitirecek, 100 yıllık bir meselenin bitmesini de kolaylaştıracak, demokrasi ve hukukun önünde duran dev kayayı kaldıracak tarihi bir olaydır. Yani Sorun Esenyurt’ta başlamadığı için çözüm de Esenyurt’ta bitmedi. Süreç sürüyor.
Dünyada demokrasinin geri çekildiği bir dönemdeyiz. Türkiye’de de sistemin adalet ve demokrasi temelli dönüşümü için yola çıkan muhafazakâr demokratların son 10 yıldaki performansları ilk 10 yıldaki gibi değil. O yüzden eskiye rağbet başladı ve bit pazarına canlılık geldi. Şimdilerde eski demokratlardan nedamet getirenlerle aslında yeni/post Kemalizm de fena değil diyenlerin sesi daha çok duyuluyor. Bugün siyasi atmosferin etkisiyle birçok konu gibi cumhuriyet de sakin ve serinkanlı bir biçimde konuşulmuyor; her türlü güzelliğin kendisinde toplandığı “iyi bir şey” veya sahip olduğumuz tüm kazanımların kaynağı anlamında kullanılıyor.
Film hakkında sinema çevrelerinde bir kafa karışıklığı olduğu açık. Feminist okumalar için fazlaca derinliksiz karakterler var bence. Filmin gösterdiği dünya erkek gözüyle bakınca görünenlerden ibaret. Elizabeth ve Sue’nun birbirlerini yok etmelerinden nasıl bir feminist anlatı çıkaracağımızı ben bilemedim.
Bir zamanlar sinemalar sınıf sınıf, biletler “mevki mevki”… “Birinci (hususi), ikinci mevkiler, lüks koltuklar, birinci-ikinci sınıf localar, yerkatı locaları (baignore), parter, paradiler”le gişede “Ben kimim, yerim neresi” hesabına dalsan filmi kaçırırsın. Bizim zamanımızda o kadar değil. Sosyal tabakalaşmada arkalardaysan sinemada en öne, “Duhûliye”ye oturuyorsun. Fakirler alınmasın diye “Birinci” diyorlar sonradan. Olsun… Sinemada en öne oturan çocuklar daha çabuk büyüyor, ruhen de boy atıyor bence.
AK Parti, iktidara geldiği günden itibaren karşısına çıkan engelleri ve sorunları aşmak için her zaman seçimlere başvurmuş, seçmen desteğinden medet ummuştu. Oysa şimdi seçimleri ciddiye almıyor, seçim sonuçlarına gerekli saygıyı göstermiyor, seçmen tercihlerini dikkate almıyor.
Enformasyonun, kuvvet ve enerji kaynağı olarak kabulü en zengin dönemini yaşamaktadır. Öyle ki, gerçeğe tesadüf eden enformasyon adına ne varsa üzerlerinin söz ve yazı ile örtüldüğü aşikar bir haldedir. Bu gibi nedenlerle Enformasyon Toplumu, adlandırma ve fikrinin nitelikli olana ulaşmada bir engel olduğu görüldüğünden mitolojik sınıflandırmasına dahil edilebilir.
Kemalist felsefe ile Kürtlük mefkuresi arasında “varoluşsal bir karşıtlık” varken ve eninde sonunda her iki taraf da bu gerçeklikle yüzleşmek durumundayken, müzmin muhaliflikten çıkıp “2028’de iktidarı hedefleme” sorumluluğunu üstlenen CHP’nin bu konuda nasıl bir formülasyon geliştireceği merak konusudur. Kürt meselesi ile “CHP’nin baba ocağı kodları” yani “Kemalizm” arasında çözülmesi gereken hususlar, cevaplandırılması gereken sorular, klasik muhalif bir nazarla, iktidar bloğunun tavrına göre şekillenen konjonktürel kaçamak cevaplarla geçiştirilemeyecek kadar ciddi, hayati bir meseledir.
Filmi görmediyse, filmde insanlığın çocuk yapabilme yeteneğini kaybettiğini söylemem gerekecekti. Biz, (var mı, yok mu belli olmayan) ilişkimiz, çocuk; ürktüm. Halbuki devamını da planlamıştım.
Bingöl Erdumlu, Türkiye’nin önde gelen radikal sol akımlarından Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi’nin (THKP-C) az sayıdaki kurucularından biriydi. Hazırlığı birkaç yıl alan, nehir söyleşisi formundaki hatıratı, ölümünden bir süre sonra, Ekin Kitap’tan “Altıncı Süit: Bingöl Erdumlu Kitabı” adıyla yayınlandı. Bingöl Erdumlu’nun bu uzun röportaj hatıratında verdiği bilgiler ve yaptığı yorumlar, Türkiye siyasetinin ve sosyalist hareketinin halen tartışmakta olduğu bazı kritik olaylar bakımından son derece önem taşıyor.
Yıllar önce muhalif (ciddî muhalif) İsrailli tarihçi arkadaşlarımdan şu fıkrayı dinlemiştim: “Seküler Yahudi ne demiş? ‘Tabii ki tanrı filân diye bir şey yok. Ama bu diyarı bize O verdi.’” (İngilizcesi: “What did the secular Jew say? ‘Of course there is no such thing as god. But He gave us this land.’”)
AYM “Abbas Yalçın ve diğerleri” kararında 2014-2021 yılları arasında kendisine yapılan 30 civarında başvuruyu tek dosyada birleştirerek verdiği Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması ile ilgili ihlal kararında şöyle diyor: “HAGB kurumunun bu şekilde uygulanması, hiç kuşkusuz aynı zamanda toplumun diğer mensuplarını da düşüncelerini serbestçe açıklamaktan ve toplantı ve gösterilere katılmaktan caydırır. Usulsüz yargılamalar sonucunda cezalandırılma korkusunun doğurduğu caydırıcı etki, toplumdaki ve kamuoyundaki farklı seslerin susturulmasına yol açar ve hiç kuşkusuz çoğulcu toplumun sürdürülebilmesine de engel olur.” Görüldüğü üzere AYM, ifade özgürlüğü ile toplantı ve gösteri özgürlüğünün serbestçe kullanılabilmesini toplumun temel ilerleme noktalarından görüyor, kabul ediyor. Ama bir de yaşayan Türkiye var.
Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk hangi niyetle görevlerinden alındı? Kayyum dönemine geçiş mi yapıyorduk? Perde arkasında neler yaşandı da yeniden bir gerilim ortamının içine düştük? PKK hangi amaçla Ankara’nın merkezinde bombaları, bombacıları harekete geçirdi? Bu ılımlı havadan rahatsız mı oldular?
Son birkaç ay içinde, birbirine zıt siyasi çıkışlarla karşılaştık. Anlamaya, yorumlamaya çalışıyorum… Bir şeyler oldu ama ne olduysa iyi olmadı…
Ben bir sonbahar çocuğuyum. Hep beklediğim, gelmesiyle mutlu olduğum zamanlar olageldi sonbahar zamanları benim. Bu sonbahar ise hem yaş dönümüme hem pandemiye denk geldi. Dünyanın neredeyse yeniden kurulduğu, bildiğimiz tüm kuralların değiştiği; o boşlukların, sessizliklerin bize çok daha fazla şey söylediği zamanlarda olduğumuzu düşündüm.
Andre Gidé’in Oscar Wilde’ı yazdığı bölümde ondan aktardığı hikâyedeki gibi halimiz. Dünyada çok günah işlemiş bir adam bütün çıplaklığıyla Tanrı’nın huzuruna çıkar. Ruhu apaçık şekilde ortadadır. Amel defteri bir bir açılmıştır. “Hayatının çok kötü geçtiğine şüphe yok: Sen mademki bütün günahları işledin, seni elbette cehenneme göndereceğim.” der Tanrı. Adamsa, “Beni cehenneme gönderemezsin” der. Nedeni sorulunca, “Çünkü bütün ömrümce orada yaşadım” der, bu kez. Büyük bir sessizlik olur ve sonrasında Tanrı, “Peki, mademki seni cehenneme gönderemiyorum, bari cennete göndereyim” der. Adamsa, “Beni cennete de gönderemezsin!” der. Tanrı, “Niçin seni cennete gönderemez mişim?” diye sorunca, “Onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim de ondan.” diye cevap verir adam.
Bahçeli’nin başlattığı ve Erdoğan’ın hemen sahiplenip desteklediği Kürt ‘açılımı’nın ciddi bir adım olduğu ve ciddiye alınması gerektiği açık. İktidarın anlam dünyasındaki meseleler ve değerler hiyerarşisini göz ardı edersek boş hayallere kapılmak mümkün. Öte yandan bu girişimi kategorik olarak reddetmenin de siyasi vebali fazla. Haklı olarak bu ‘açılımdan’ demokratik bir sonuç elde etmeyi çok istiyoruz. Ama aynı ‘açılımın’ farkında olunmazsa egemene olan bağımlılığın derinleşebileceğini de görmek lazım. Çare genelde muhalefetin ve aydınların gerçekçi olabilmesi ve farklı toplumsal kesimleri sabırla ‘açılım’ dinamiğinin içinde tutması.
Yeni siyasete kuşkuyla bakanlar bazı argümanlar ileri sürüyorlar. Bu politikaların Erdoğan’ı sıkışmışlıktan kurtarmaya yarayacağı, ona meşruiyet sağlayacağı, başarısızlıklarını unutturacağı, hatta bunlara CHP’yi ortak kılacağı, muhalefet tabanının yükselen enerjisini likide edeceği söyleniyor. Ayrıca iktidar blokunun çözülmeyeceği kanısı çok güçlü…Bu itirazlar ikna edici mi?
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi varlıkları tehdit altındaki kadınlar ve akibetlerini bilemediğimiz annesiz kalan çocuklar için daha büyük güvenceye, daha ileri bir hamleye yol açmayacaksa, telafisi imkânsız acıların faillerine cesaret veren bir vazgeçiş olarak tarihe yazılacaktır.
Ulaşmaya çalıştığımız maşeri vicdan, her inançtan ve her düşünceden iyi insanların bağırlarında yaşıyor ve iyi insanlar bu tür görüntüleri seyredemezler, onlardan kaçmanın kurtulmanın bir yolunu ararlar. Merhamet de yorulur, oysa bu uzun soluklu bir mücadele ve en az çocukları katleden terör kadar stratejik ve uzgörülü bir azme ihtiyacımız var.
Ardından bir haber daha aldık… Tatsız… Bu işleri iyi bilenler, ölçmüşler, biçmişler, hesaplamışlar ve sonunda “Buraya tamamen sportif tesis yapmak doğru değil. Bu bölgede ticari alanlar yaratmak lazım. Hem milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz, ekonomimizin dış güçler tarafından çökertilmeye çalışıldığı şu günlerde paraya daha çok ihtiyacımız var” buyurmuşlar…
Sally Rooney, Rachel Kushner ve Arundhati Roy gibi önemli yazarların olduğu 1000 kişilik bir edebiyat camiası Filistinlilerin haklarını gasp edenlerle iş birliği yapan yayın, yayınevi ve festivallerle çalışmayacaklarını açıkladı. 1991 doğumlu İrlandalı yazar Sally Rooney, öteden beri Filistin haklarının açık sözlü bir savunucusu. Kitaplarının İbraniceye çevrilmesi teklifini reddetmiş, BDS hareketine desteğini açıklamıştı. Son romanı Intermezzo’nun merkezinde uzun zamandır kanserle savaşan babalarını yeni kaybetmiş İrlandalı iki erkek kardeş var.
Bence S-400 alımının tek anlamı, ya da mesaj içeriği var. Türkiye gözünü karartıyor. ‘Eğer Suriye’de bir Kürt oluşumu gerçekleşirse müdahale ederim. Gerekirse çatışırım. Onları koruyabilecek olanların da, başta ABD olmak üzere, o alanda bana karşı üstünlükleri hava üstünlüğüdür. Bunu da S-400’lerle dengeliyorum.’
Abe’nin ölümünden iki gün sonra büyük bir seçim başarısı yakalayan Liberal Demokrat Parti 1947’den beri barışseverlik normuna sahip çıkan Japon halkını bu sefer ikna edebilecek mi? Bir ülkenin ordu sahibi olup olmaması arasındaki tercihi belirleyen, bize laf-u güzaf gibi görünen ama aslında gücünü hukuktan ve kamuoyundan alan o ince çizgi Japonya’da yeniden çizilecek mi? Daha da önemlisi, sıklıkla “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bu dönemde Asya Pasifik bölgesindeki barışa silahlanmış bir Japonya mı, savunmada kalan bir Japonya mı daha fazla katkı sağlayacak?