Rutte’nin Başbakanlığı’ndaki iki yıla yaklaşan dörtlü koalisyon, sığınmacılar ve konut piyasasını krize sokan göçmenlere karşı yeni önlemler üzerine anlaşma sağlanamayınca çöktü. Önlemlere karşı çıkanlardan biri de koalisyon ortağı D66 partisi ve onun Maliye Bakanı olan lideri Sigrid Kaag’dı. Son seçimden ikinci çıkarak büyük sürpriz yapan Kaag, Hollanda’nın tek kadın parti lideri. Eşi Filistinli bir doktor. Dört çocuklarının hem Hıristiyan hem Müslüman adları var. Kaag, siyasette kendince doğru bildiği her şeyi çok net şekilde ortaya koyan, herkesle tartışan bir isim. Onun ilham verici hikayesini iki yıl önceki seçim sonrası İzzet Akyol, Serbestiyet’e yazmıştı. O yazıyı yeniden yayınlıyoruz.
Çok uzak olmayan bir geçmişte, Türkiye’nin en yüksek yöneticileri, cumhurbaşkanı ve başbakan, Ankara ve Erbil’de Türk ve Kürt bayrakları önünde önce Mesut Barzani, sonra Neçirvan Barzani ile resim çektirdi. Daha iki ay olmadı; Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu Erbil’de Neçirvan Barzani’nin başkanlık törenine katıldı; Kürt bayrakları önünde ve Kürt millî marşı eşliğinde saygı duruşunda bulundu. Hepsi televizyonlarda yayınlandı.
Kişisel çağrıma aldığım cevapları aşağıda topladım. Toplam 12 tanıklık geldi. Bunlar kesinlikle kapsayıcı değil. Katkıda bulunan bütün kadınlara çok teşekkürler, sizi kucaklıyorum, yanınızda duruyorum.
Bugün gençlerde ağır bir umutsuzluk var. Merkezi ve yerel iktidarların bunu bir tehlike çanı olarak görmeleri ve evvela bu umutsuzluğu kırmak için yoğun bir çaba içine girmeleri gerekiyor. Gençlere bir gelecek tasavvuru sunmaları ise, gerek eğitimde gerekse ekonomide radikal bir değişimi ve yenilikçi modellerin gelişimini zorunlu kılıyor.
Romanya’da seçimlerde Avrupa Birliği yanlısı Lasconi ve Rusya yanlısı Georgescu yarışıyor. Georgescu’nun seçim başarısının arkadında ise TikTok var. Bazı komplo teorilerine göre Çinli firma, algoritmalarını bu adaya destek olacak şekilde düzenledi.
İktidarı kendi başına meşru bir amaç olarak tarif eden Makyavel’e göre bu amaç o kadar meşru idi ki, başta ‘korku’ olmak üzere ona ulaşmak ve korumak için baş vurulacak bütün araçlar da otomatik olarak meşru hale geliyordu. Yönetilenler ‘hükümdar’dan korkmalıydı ve bir hükümdar sevilmeyi değil kendinden korkulmasını önemsemeliydi. Makyavel Erdoğan’ın yönetme biçimini görseydi hiç kuşkusuz onu takdir ederdi ama ondan aldığı bir dersi de teorisine eklerdi. O ders, kendinden korkulan hükümdarın arada bir ‘gülümsemesinin’ faydalarına dair olurdu. Bu taktik bugüne kadar işledi fakat artık kullanım değerinin sonuna gelindi gibi.
HTŞ’nin iki haftadan daha az bir zaman içinde, Kürt bölgesi hariç Suriye’nin tamamını ele geçirmesinde ne gibi faktörler belirleyici oldu? Yıllardır İdlib bölgesine sıkışmış olan bir örgüt, nasıl oldu da bir anda Suriye’nin kaderini eline aldı? Suriye’deki bu son “devrimde” hangi faktörler belirleyici oldu? HTŞ’ye bu zaferi bağışlayan iç ve dış dinamikler nelerdi?
İsmet Taşdemir, Bodrumspor’u ilk senesinde playoff oynattıktan sonra, bir sonraki yıl süper lige çıkardı. Bu süper lige çıkma hikayesinde bütün Bodrum şaşkındı. Doğru dürüst bir stadı bile olmayan bu turizm merkezi, çoğu daha önce süper lig deneyimi olmayan oyunculara birkaç takviye yaparak yola koyuldu. Stadın kapasitesi artırılarak 3 bin 200’e çıkarıldı. Bu mütevazi kadroyla ligin ilk 10 haftasında 10 puan gibi hiç de küçümsenmeyecek bir puan yakalayan İsmet Taştemir ile geçen hafta yollar ayrıldı. Kovuldu demiyoruz buna, ‘endüstriyel’ futbolda kabalık olarak görülüyor böyle söylemler. İsmet hoca büyük emekler verip süper lige çıkardığı takımından, tamirhanelere kaçan toplar gibi ayrı bırakıldı.
Büyük siyasetle gündemi belirleyen, muhalefeti ülkeyi yönetmeye hazırlıksız göstermeyi başaran iktidar, küçük siyasetle pozitif gündemi berhava etti, topu yine muhalefetin sahasına taşıdı. Peki muhalefet bu baskıyı karşılaşmakta başarılı mı?
Suriye’de çoğulcu bir sosyopolitik düzen ve bir hukuk devletinin inşası adına niyet beyanı en başta gelen doğru adımdı; bu atıldı. Bu beyan ve ilk uygulamalar, yani Suriye’nin çeşitli renklerini oluşturan tüm kesimlerin temsilcileriyle yapılan görüşmeler yeni yönetime bir zaman kredisi de sağlıyor. Bugünden yarına sivil bir anayasa yapılamayabilir. Ancak güven duyulan bir iradenin varlığı ve sürece egemen olduğu yönünde bir kanaat tüm kesimlerde oluşturulabilirse, yoldaki aksaklıklar, kazalar ve yanlışlar, ağırlığından daha fazla bir etki yapıp düzeni bozmaz.
Kadınlardan biri, Martha (Tilda Swinton), ölümcül devrede kanser hastası. Son ana kadar kanserle cebelleşme fikrini sevmiyor. İyice kötülemeden hapını aldığında “Yandaki Oda”da bir yakını olsun istiyor. Çok anlaşılabilir bir durum. Bu ötanazi hapını buluyor bir yerlerden. Bu iş tamam. Peki yanında kim olacak?
Ne zaman bir felâket olsa karşımızda tablolar var. Dünyadan, Türkiye’den tablolar… Bizde “puzzle” demek daha uygun sanki. Her felâkette, sorunda ortaya saçtıkları “puzzle”ın başında senaryolardan senaryo, faillerden fail beğeniyoruz. Bu darmadağın “puzzle”da parçaların tabloyu karşına koyunca yerine oturduğu ya aklımıza gelmiyor, ya da işimize, çoğu kez.
AK Parti, iktidara geldiği günden itibaren karşısına çıkan engelleri ve sorunları aşmak için her zaman seçimlere başvurmuş, seçmen desteğinden medet ummuştu. Oysa şimdi seçimleri ciddiye almıyor, seçim sonuçlarına gerekli saygıyı göstermiyor, seçmen tercihlerini dikkate almıyor.
Enformasyonun, kuvvet ve enerji kaynağı olarak kabulü en zengin dönemini yaşamaktadır. Öyle ki, gerçeğe tesadüf eden enformasyon adına ne varsa üzerlerinin söz ve yazı ile örtüldüğü aşikar bir haldedir. Bu gibi nedenlerle Enformasyon Toplumu, adlandırma ve fikrinin nitelikli olana ulaşmada bir engel olduğu görüldüğünden mitolojik sınıflandırmasına dahil edilebilir.
Kemalist felsefe ile Kürtlük mefkuresi arasında “varoluşsal bir karşıtlık” varken ve eninde sonunda her iki taraf da bu gerçeklikle yüzleşmek durumundayken, müzmin muhaliflikten çıkıp “2028’de iktidarı hedefleme” sorumluluğunu üstlenen CHP’nin bu konuda nasıl bir formülasyon geliştireceği merak konusudur. Kürt meselesi ile “CHP’nin baba ocağı kodları” yani “Kemalizm” arasında çözülmesi gereken hususlar, cevaplandırılması gereken sorular, klasik muhalif bir nazarla, iktidar bloğunun tavrına göre şekillenen konjonktürel kaçamak cevaplarla geçiştirilemeyecek kadar ciddi, hayati bir meseledir.
Filmi görmediyse, filmde insanlığın çocuk yapabilme yeteneğini kaybettiğini söylemem gerekecekti. Biz, (var mı, yok mu belli olmayan) ilişkimiz, çocuk; ürktüm. Halbuki devamını da planlamıştım.
Bingöl Erdumlu, Türkiye’nin önde gelen radikal sol akımlarından Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi’nin (THKP-C) az sayıdaki kurucularından biriydi. Hazırlığı birkaç yıl alan, nehir söyleşisi formundaki hatıratı, ölümünden bir süre sonra, Ekin Kitap’tan “Altıncı Süit: Bingöl Erdumlu Kitabı” adıyla yayınlandı. Bingöl Erdumlu’nun bu uzun röportaj hatıratında verdiği bilgiler ve yaptığı yorumlar, Türkiye siyasetinin ve sosyalist hareketinin halen tartışmakta olduğu bazı kritik olaylar bakımından son derece önem taşıyor.
Denetim niye ahlâklı olsun ki? Kapitalizm ahlâksız da denetim illâ ahlâklı mı olacak? Özel teşebbüs güvenilmez de devlet güvenilir mi oluyor? Ya da: denetimin ahlâklı olması nasıl sağlanabilir? Denetçileri denetlemek çare mi? Denetim toplum tarafından talep edilmezse işler mi? Zorunlu şeffaflık kendiliğinden ahlâkî bir sistem üretir mi?
AYM “Abbas Yalçın ve diğerleri” kararında 2014-2021 yılları arasında kendisine yapılan 30 civarında başvuruyu tek dosyada birleştirerek verdiği Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması ile ilgili ihlal kararında şöyle diyor: “HAGB kurumunun bu şekilde uygulanması, hiç kuşkusuz aynı zamanda toplumun diğer mensuplarını da düşüncelerini serbestçe açıklamaktan ve toplantı ve gösterilere katılmaktan caydırır. Usulsüz yargılamalar sonucunda cezalandırılma korkusunun doğurduğu caydırıcı etki, toplumdaki ve kamuoyundaki farklı seslerin susturulmasına yol açar ve hiç kuşkusuz çoğulcu toplumun sürdürülebilmesine de engel olur.” Görüldüğü üzere AYM, ifade özgürlüğü ile toplantı ve gösteri özgürlüğünün serbestçe kullanılabilmesini toplumun temel ilerleme noktalarından görüyor, kabul ediyor. Ama bir de yaşayan Türkiye var.
Almanlar, Trump’ın yaptıklarının ve yapmak istediklerinin bir toplamını çıkarmaya çalışıyor: Frankfurt Allgemeine Zeitung (FAZ) gazetesinde Jochen Buchsteiner ilginç bir tezle ortaya çıktı. Trump’ın 68’in intikamını almaya çalıştığını ifade etti. Trump ve o ekolün mensuplarına göre, Batı dünyasının evrensel ahlak ve teknokratik aydınlanma iddiası, cazibesini yitirdi. Küreselleşme, kapsayıcılık, sürdürülebilirlik gibi kavramlar önemini kaybediyor diyorlar.
Ben bir sonbahar çocuğuyum. Hep beklediğim, gelmesiyle mutlu olduğum zamanlar olageldi sonbahar zamanları benim. Bu sonbahar ise hem yaş dönümüme hem pandemiye denk geldi. Dünyanın neredeyse yeniden kurulduğu, bildiğimiz tüm kuralların değiştiği; o boşlukların, sessizliklerin bize çok daha fazla şey söylediği zamanlarda olduğumuzu düşündüm.
İlk satırlardan itibaren, sorunun artık çeviriyle ilgili olmadığından eminim. Bu oldukça güzel bir çeviri. Kitabın kendisinden ya da kendimden kaynaklandığı konusu hiç olmadığı kadar net. Bu kitapta aradığım her neyse, o tam olarak yok ama buna rağmen etki etmesine neden olan bir şeyler var. Açıklanamaz bir şeyler.
Bahçeli’nin başlattığı ve Erdoğan’ın hemen sahiplenip desteklediği Kürt ‘açılımı’nın ciddi bir adım olduğu ve ciddiye alınması gerektiği açık. İktidarın anlam dünyasındaki meseleler ve değerler hiyerarşisini göz ardı edersek boş hayallere kapılmak mümkün. Öte yandan bu girişimi kategorik olarak reddetmenin de siyasi vebali fazla. Haklı olarak bu ‘açılımdan’ demokratik bir sonuç elde etmeyi çok istiyoruz. Ama aynı ‘açılımın’ farkında olunmazsa egemene olan bağımlılığın derinleşebileceğini de görmek lazım. Çare genelde muhalefetin ve aydınların gerçekçi olabilmesi ve farklı toplumsal kesimleri sabırla ‘açılım’ dinamiğinin içinde tutması.
Yeni siyasete kuşkuyla bakanlar bazı argümanlar ileri sürüyorlar. Bu politikaların Erdoğan’ı sıkışmışlıktan kurtarmaya yarayacağı, ona meşruiyet sağlayacağı, başarısızlıklarını unutturacağı, hatta bunlara CHP’yi ortak kılacağı, muhalefet tabanının yükselen enerjisini likide edeceği söyleniyor. Ayrıca iktidar blokunun çözülmeyeceği kanısı çok güçlü…Bu itirazlar ikna edici mi?
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi varlıkları tehdit altındaki kadınlar ve akibetlerini bilemediğimiz annesiz kalan çocuklar için daha büyük güvenceye, daha ileri bir hamleye yol açmayacaksa, telafisi imkânsız acıların faillerine cesaret veren bir vazgeçiş olarak tarihe yazılacaktır.
Ulaşmaya çalıştığımız maşeri vicdan, her inançtan ve her düşünceden iyi insanların bağırlarında yaşıyor ve iyi insanlar bu tür görüntüleri seyredemezler, onlardan kaçmanın kurtulmanın bir yolunu ararlar. Merhamet de yorulur, oysa bu uzun soluklu bir mücadele ve en az çocukları katleden terör kadar stratejik ve uzgörülü bir azme ihtiyacımız var.
Ardından bir haber daha aldık… Tatsız… Bu işleri iyi bilenler, ölçmüşler, biçmişler, hesaplamışlar ve sonunda “Buraya tamamen sportif tesis yapmak doğru değil. Bu bölgede ticari alanlar yaratmak lazım. Hem milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz, ekonomimizin dış güçler tarafından çökertilmeye çalışıldığı şu günlerde paraya daha çok ihtiyacımız var” buyurmuşlar…
Sally Rooney, Rachel Kushner ve Arundhati Roy gibi önemli yazarların olduğu 1000 kişilik bir edebiyat camiası Filistinlilerin haklarını gasp edenlerle iş birliği yapan yayın, yayınevi ve festivallerle çalışmayacaklarını açıkladı. 1991 doğumlu İrlandalı yazar Sally Rooney, öteden beri Filistin haklarının açık sözlü bir savunucusu. Kitaplarının İbraniceye çevrilmesi teklifini reddetmiş, BDS hareketine desteğini açıklamıştı. Son romanı Intermezzo’nun merkezinde uzun zamandır kanserle savaşan babalarını yeni kaybetmiş İrlandalı iki erkek kardeş var.
Kürtler açısından çok kritik bir döneme girildi. Rojava’ya destek eylemlilikleri genel destek bulamıyor, cılız kalıyor. PKK de Türkiye Kürt Siyasi Hareketi de “Öcalan’la görüşelim” dışında çözüm üretemiyor, söylem geliştiremiyor. Öcalan’ın mevcut şartlarda yol açıcılık anlamında ne söyleyebileceğini görmek de zor. Öcalan’ın eli 2010-2015 dönemine göre daha zayıf. Devlet de bunu biliyor. Suriye’de ortaya çıkan imkânlarla Rojava’yı da yok edebilirse, bu elin daha da zayıflayacağını ve çözüm ve barış şartlarının kendi anlayışına çok daha yakın olacağını hesaplıyor.
Abe’nin ölümünden iki gün sonra büyük bir seçim başarısı yakalayan Liberal Demokrat Parti 1947’den beri barışseverlik normuna sahip çıkan Japon halkını bu sefer ikna edebilecek mi? Bir ülkenin ordu sahibi olup olmaması arasındaki tercihi belirleyen, bize laf-u güzaf gibi görünen ama aslında gücünü hukuktan ve kamuoyundan alan o ince çizgi Japonya’da yeniden çizilecek mi? Daha da önemlisi, sıklıkla “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bu dönemde Asya Pasifik bölgesindeki barışa silahlanmış bir Japonya mı, savunmada kalan bir Japonya mı daha fazla katkı sağlayacak?