TÜM YAZARLAR

Devamı

    “Sosyal medya olsaydı Hayırlı Cumalar olmazdı”

    2012 yılında Kraliçe Elizabeth’in, Belfast’ta katıldığı törende elini uzattığı siyasetçi eski bir IRA komutanıydı. 1979’da Kraliçe’nin kuzeni Lord Mountbatten ve torununun öldüğü bombalama olayının arkasındaki isimlerden biriydi. Ülke tarihinin kırılma noktalarından biri oldu bu tokalaşma... Hafta sonu bütün bu kırılma anlarına şahitlik etmiş BBC ve Guardian’dan iki tecrübeli gazeteciyi dinledik.

    Teknokrasi neden sosyal bilimleri kurtaramaz?

    Geçtiğimiz günlerde Ali Balcı hoca Serbestiyet’te “Türk Sosyal Bilimi krizde midir?” isimli bir yazı kaleme aldı. Balcı burada çok sayıda itiraz edilmesi güç doğru tespitte bulunuyor. Balcı eleştirdiği “ideolojik bilimcilik” yerine kanaatimce bir başka hatalı bir pozisyon olan “metodolojik teknokrasi”yi koyuyor. Bu yazıda metodolojik teknokrasinin neden çözüm olamayacağını iki kritik varsayımını irdeleyerek ele almaya çalışacağım. Kanaatimce eleştiriye değer dört temel varsayım var, fırsat bulursam diğer ikisini de ele alacağım.

    Sana yazılmış şiirler

    Erdoğan Çakır’ın şiirleri 12 Eylül’ün kaotik ortamında yolunu ve sesini bulmaya çalışan, bu amaçla muhtemel bütün etkilere açılan ve sonra kendi içine kapanarak dünyaya sırtını dönen bir kuşağın tecrübelerine ve yönelimlerine ışık tutuyor.

    84 yaşındaki Raşid Gannuşi’nin açlık grevi: İslâm dünyasının hazin halinin de özeti 

    Bugün 84 yaşındaki Gannuşi’nin bedeni zayıflıyor ama düşünceleri hâlâ güçlü: “İslam, insanı özgürleştirmek için geldi. Diktatörlük, İslam’ın en büyük düşmanıdır.” Bu sözü, yıllar önce söylediğinde kimse bunun bir gün kendi hayatını özetleyeceğini tahmin etmiyordu. Şimdi o sözüyle yaşıyor, o söz uğruna özgürlüğünün gaspına açlıkla direniyor.

    Osman Kavala’nın başına gelen nedir? 

    Kavala evet, hiçbir suç işlemedi. Ama şiddetsizliği uğraşlarıyla inşa etmek için uğraşıp, didinerek çok daha radikal bir iş yaptı. Her iki tarafın da ezberlerini bozdu. Bu yüzden kendisine sıfatlar yakıştırıldı, infaz edilmeye çalışıldı. Düzenin aktörleri, “şiddetsizlik”le karşılaştıkları anda onu çarpıtmaya, ona paranoyak biçimler kazandırmaya çalışıyorlar. Onun özgürlüğüne kavuşmasının o “ekoloji”nin sırrının ifşa edilmesi ile mümkün olabileceğine inanıyorum. “Şiddet ekolojisi” mevcut düzenin sırrını gizleme işlevi görüyor. Kavala’nın bu “ekoloji “tarafından rehin alındığını düşünüyorum.

    COP31 öncesi diplomatik satranç: Türkiye ve Avustralya arasında sessiz rekabet

    2026’da yapılması planlanan COP31 zirvesi yaklaşırken diplomasi, bilimin önüne geçiyor. Türkiye ve Avustralya, iklim diplomasisinin görünürdeki nezaketinin altında süren sessiz bir rekabetin iki tarafı olarak öne çıkıyor. Bir yanda temsilin diliyle konuşan Ankara, diğer yanda hesapla düşünen Canberra var. Fotoğraflar gülümsemeye devam ediyor, manşetler farklı dillerde yazılıyor; ama sahnenin gerisinde asıl mücadele sürüyor: sözü kim eyleme dönüştürecek?

    Lavaboda kalmış bir yığın bulaşık….

    Her fikirden, sesten, ideolojiden gazeteciler bu ülkede her zaman siyasetin, entelektüel ve kültürel hayatın merkezinde yer aldılar. Bu yüzden en fazla da onlar hırpalandı. Arada kaldılar, nefret çektiler. Peki buna değer miydi? Bir zamanlar değiyordu ama bugün?

    Son insanlar arasında

    Bazı kitapları okurken güçlü bağlar kurarız. Bu kitap herkesten çok bizim için yazılmış hissidir o. Kimse yazılanları bizim kadar anlayamaz hissi, ya da. John Kaag’ın, Nietzsche ile yürümek (Ren Kitap) kitabını okurken biraz bu hislere kapıldım. “Seni anlıyorum” dedim içimden, çok sık olarak; “seni o kadar iyi anlıyorum ki inan bana bu kitabı ben de yazabilirdim!”

    Retrotopyanın gölgesinde: Türkiye’de geçmişle kurulan gelecek

    Bugünün Türkiye’sinde de bu retrotopik eğilim açıkça hissedilmektedir. Siyasal dil, sürekli geçmişin “şanlı” hatıralarını çağırmakta, toplumsal belleğin çeperinde kalanlar ise marjinalleştirilmektedir. Bu yüzden bugün en acil ihtiyaç, geçmişe dönmeyi değil, geleceği yeniden hayal etmeyi cesaretle savunmaktır.

    Cennete giden merdiven

    Gözü paradan başka bir şey görmeyen, parlayan her şeyi altın sanan kadın cennete giden bir merdiven satın alıyor. Gittiğinde bir kuşun şarkısı karşılıyor onu: “Bazen düşündüğümüz, inandığımız her şey yanlıştır.” Şaşırıyor ama “Sakın paniğe kapılma” fısıltısını da getiriyor rüzgâr, “Evet, gidebileceğin iki yol var uzun vadede… Ama asıl önemlisi gittiğin yolu değiştirecek zamanın var hâlâ. Ve o yolda hepimiz bir olduğumuzda, bir kaya gibi durduğumuzda, yuvarlanmayacağız oradan oraya…”

    Zohran’ı anlamak neden zor?

    Zohran kimilerine göre Müslümanlığını kampanya boyunca yedek kulübüsüne alan bir “sosyalist”, kimilerine göre ise siyasal İslamcı ve “bir İslamcıya asla güven olmaz”. Kimilerine göre ise Derin Amerika’yı yöneten 4-5 ailenin ABD’ye sempati uyanması için kurguladığı bir proje. Kimilerine göreyse Zohran 2010 referandumu, 28 Şubat ve 27 Mayıs hakkında özeleştiri vermedikçe takdir edilmemesi gereken bir tehlike. 120 milyar dolarlık bir belediyeyi sosyalist olarak yönetmeyi rüyasında bile görme şansı olmayan bazı solculara göre ise Zohran “işbirlikçi bir kapitalist”. Elbette bunların hiçbiri doğru değil. Zira Zohran hem Müslüman hem sosyalist hem de yetenekli bir genç. Bunu anlamak içinse önce Zohran’ı, sonra da New York’u anlamak gerek.

    Tek tip yurttaş hayalinden korkuları aşan üniterlik perspektifine

    Resmi tez, 66. maddedeki “Türklük”ün etnik değil, kapsayıcı bir “üst kimlik” olduğu yönündedir. Ancak ne metnin lafzı, ne yüz yıllık birikimle şekillenmiş söylemler, kurumlar ve ritüeller bu savunmayı destekler. Almanya’da “Alman” olmanın anlamı, güçlü bir temel haklar rejimi, eşitlik ilkesi ve tarafsız bürokrasiyle tanımlanır. Vatandaşlık, devletle kişi arasındaki soyut bir hukuki bağdır; etnik-kültürel içerik kamusal alanda nötrleştirilir. Yani aynı kelime, farklı tarihsel-toplumsal bağlamlarda farklı sonuç üretir: Türkiye’de “Türk” adı tarih boyunca tekillik ve kült yüküyle okunmuş; Almanya’da “Alman” lafzı, telafi işlevli bir statü kurgusuna yaslanmıştır. O yüzden benzetme yapılacaksa, lafza değil, işlev ve bağlama bakmak gerekir.

    Dünya sağa kayıyor’ diyenlere New York’tan mesaj

    Mamdani yeni bir sayfa açtı. Trump, denge ve denetim mekanizmalarını yok sayan bir çizgi tutturmuştu. Geleneksel dengeler içinde bir anlam taşıyan ‘başkanlık sistemi’ni, ‘başkan sistemi’ne dönüştürmeye yatkın bir ruh halindeydi. Sokaktaki vatandaşın cebini değil borsanın yükselmesini öncelik olarak görüyor, bunun için para arzını genişletiyordu. Kapitalizm çılgınlığına, başta New York olmak üzere birkaç önemli şehir başkaldırdı. Demokratların yerel seçim zaferinin içerdiği mesajlardan biri de yargıya dair. Yürütmenin yetkileri şimdi yeniden yargıçlar arasında tartışma konusu.

    AİHM’in Demirhan kararına da uyulsun mu?

    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Demirtaş kararını verdiği 03 Kasım 2025 günü bir de Demirhan kararı verdi. Mahkeme Demirtaş ve Demirhan kararlarını aynı anda duyurdu. Ancak kamuoyunda geniş yer bulan, siyasilerin ve hukukçuların tartıştığı karar yalnızca Demirtaş kararı oldu. Kütahyalı Metin Demirhan ve 239 kişi hakkında verilen karar ise neredeyse hiç konuşulmadı.

    Türk Sosyal Bilimi bir krizde midir?

    Türk sosyal bilimini kurtaracak olan daha fazla teori değil daha fazla veri ve bu verilerden hareketle yapılacak (metod) çıkarımlardır. Basitçe hikâye şu şekilde ilerler. Veri araştırmacıyı metoda zorlayacağından içerik ikinci plana düşer. Böylelikle araştırmacının havariliğini yapacağı şey önemini kaybeder ve bilimin kendisi daha önemli hale gelir. Kanıt teoriden çok matematiği gerektirdiğinden çatışma ideolojiler zemininden çıkarak teknik bir zemine kayar. Teknik olan ise araştırmacı ile halkın arasındaki bağı koparır. Halk ile aradaki bağın koparılması sosyal bilimin siyasetle arasındaki göbek bağını da keser. Yani sosyal bilimci siyaset için işlevsel olmaktan çıkar. Buna entegre olmayan sosyal bilimcinin bilimde bir geleceği yok. Kamusal entelektüel olmak isteyenin yolu orada.

    Engereğin gözünden

    Osmanlı’nın kuruluş yıllarında Şeyh Edebali'nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” şeklindeki felsefesi daha iki asır geçmeden “İnsanı öldür ki devlet yaşasın!”a dönüşmüştür. Doğrudur; geldiğimiz noktada gönül gözü açılsın diye kimsenin gözüne mil çekildiği yok. Ancak bunun yerine gözler dört duvar arasına hapsedilerek terbiye edilmeye çalışılıyor. Yani sadece yöntem farklılığı var. Geçmişteki saray entrikalarının yerini günümüzde sahte delil, gizli tanık ve temin edilmiş itirafçılık müessesesi almış durumda. Tek bir “iltisak”, terör” “örgüt” “casus” veya “suçüstü hali” kavramı beton duvarlarla tanışmanıza yetiyor. Hem de “Terörsüz Türkiye” nidaları altında. Oysa sadece yaşamayı olanaklı kılmak yetmez. Aslolan “yaşamaya değer bir yaşamın kurulmasıdır.”

    “Terörsüz Türkiye” barış sürecine evrilebilir mi?

    Türkiye’nin üniter bir Suriye talebi ve Rojava’daki Kürtlerin bu üniter yapı içinde bir siyasi çözüme rıza göstermesi yönündeki politikası gerçekçi değil ve sahadaki realite ile bağdaşmamaktadır. Açık ki, Kürtler, Aleviler, Dürziler ve Sünni Arapların kanton veya federal bir statüde bir arada olacakları demokratik bir Suriye’nin orta ve uzun vadede Türkiye için daha iyi olacağını, bugünkü koşullarda Türk dış politikası yapıcılarına anlatmak mümkün görünmüyor.

    “Sosyalistiz, Elhamdülillah”: Zohran Mamdani, New York seçimlerini nasıl kazandı?

    34 yaşında. Uganda doğumlu. Hint asıllı Şii bir Müslüman. Ücretsiz kreş ve ulaşımı, kadın ve eşcinsel haklarını destekleyen örgütlü bir sosyalist. Cesur bir Filistin aktivisti. Suriye asıllı karikatürist eşiyle dating uygulamasında tanışan cool bir rapçi. Annesi solcu bir yönetmen, babası Marksist bir akademisyen. Hayır, bu Serbestiyet’teki yazılarıma konu bulmak için uydurduğum biri veya Netflix karakteri değil. %50 oyla New York’un ilk Müslüman belediye başkanı seçilen sosyalist Zohran Mamdani. Zohran Mamdani, sadece Trump’ı, Elon Musk’ı, elitleri, iş insanlarını, aleyhine harcanan milyonlarca doları, İslamofobi’yi, İsrail lobisini alt etmedi, aynı zamanda dünyaya yeni bir siyasetin mümkün olduğunu da gösterdi.

    Ankara-İmralı trafiği

    TBMM Kardeşlik Komisyonu’nun çalışmaları önümüzdeki günlerde sona eriyor. Artık somut adım atma zamanının geldiği görülüyor. Çözüm için onca adım atılırken, bazı insanların özel rolleri de oluyor. Örneğin Ahmet Türk. Yaşadığı onca haksızlığa ve baskıya karşı sitem etmeyen, çözüme destek vermek için her türlü uzlaşmaya açık davranan Ahmet Türk, sürecin bilge insanlarından biri. İmralı ziyaretini bir de onun gözünden değerlendirmek mümkün. Ahmet Türk’ün Bahçeli’ye yönelik övgü dolu sözleri, iki zıt siyaseti birbirine yaklaştırıyor.

    “Münfesih terör örgütü”

    Cumhurbaşkanı’nın hafta sonu konuşmasındaki esas manşet şuydu. Erdoğan, PKK için “münfesih terör örgütü” dedi. Buradan ne anlıyoruz? Devlet için PKK artık kendini feshetmiş bir örgüt. Çözüm sürecinde ırmağın yarısı geçildi. Artık geriye dönüş mümkün değil…

    Üçüncü demokrasi şafağını sonlandıran 29 Ekim ve cumhura karşı Cumhuriyet

    Kürtler ve Aleviler düğümü çözmeden, “cumhurla barışmış bir cumhuriyet” ya da demokratik cumhuriyet yani gerçek cumhuriyet kurmak mümkün değil. “Doğru Türklük” kalıbını gevşetmedikçe, Kürt’le Türk’ün birlikte nefes alacağı bir alan açılamaz. Alevi meselesi çözülmeden Cumhuriyetin laiklik iddiası eksik kalır.

    Üniter devletin geleceği: Korkuları aşmak, toplumsal barışı ve stratejik fırsatları yakalamak

    Anayasa, Türkçeyi "devletin resmi dili ve ortak iletişim dili" olarak korumaya devam etmelidir. Ancak bunun yanında “vatandaşların anadillerinde eğitim ve öğretim görebilme hakkını tanıyan” bir güvence hükmü eklenmesi mümkün ve gereklidir. Anayasa Uzlaşma Komisyonu sürecinde rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in önerdiği Bulgaristan Anayasası modeli, bu dengeye iyi bir örnektir: “Bulgar dilinin öğrenilmesi ve kullanılması, her Bulgar vatandaşı için bir hak ve yükümlülüktür. Anadili Bulgar dili olmayan vatandaşlar, zorunlu Bulgarca öğrenimi yanısıra kendi dillerini öğrenme ve kullanma hakkına sahiptirler. Resmi dilin kullanılacağı haller kanunla belirlenir.” Bu formül, resmi dili korurken anadilin kullanılması ve öğrenilmesi hakkını da güvence altına almaktadır.

    Adaletin meşruiyet sorunu: Güç, duygu ve inanç

    “Sedat Peker’in avukatı” denildiğinde artan güven, sistemin değil gücün meşruiyet kazandığı bir çağda yaşadığımızı gösteriyor. İnsanlar artık adaleti ilke ya da kurumlarda değil, karizmatik figürlerde arıyor. Dr. Melfi sustu, Dexter konuştu. Biri uygarlığın iç sesi, diğeri onun bastırılmış öfkesi. Peki bugün kim haklı? Mahkemeler hâlâ karar veriyor, ama kimse adaletin varlığına gerçekten inanmıyor.

    Deprem yargılamalarının sessiz tanıkları: Bilirkişi raporları neden ne hukuki ne bilimsel bir değer taşımıyor?

    Adalet Bakanı'nın konuşmasından yapılabilecek en önemli çıkarım, Deprem soruşturma ve kovuşturmalarında adil ve hızlı bir sonuca ulaşılabilmesi, ancak nitelikli bilirkişi raporlarıyla mümkün olduğu gerçeğidir. Bu cümle, gerçeği tüm çıplaklığıyla özetliyor. Çünkü nitelikli bir bilirkişi raporu, hem tasarım, yapım ve kullanım süreçlerindeki yükümlülük ihlallerini doğru biçimde tespit eder hem de bu ihlallerle yıkım arasındaki nedensellik bağını somut ve denetlenebilir biçimde kurar. Ancak sahadaki gerçeklik bu idealle örtüşmüyor.

    Sürecin yapısına Demirtaş’tan itiraz

    Devlet, yaraları açmadan PKK’yi silahsızlandırmak isterken; PKK kanadı ise yaraları açmadan ‘Öcalan’ın özgürlüğü’ söylemini öne çıkarıyor. Demirtaş’ın önerisi ise tam burada ayrışıyor: yaralar açılmadan, dil devreye girmeden ve toplumsal yüzleşme gerçekleşmeden kalıcı bir çözümün mümkün olmayacağını savunuyor. Yani süreci toplumsallaştırıyor; oysa devlet şimdilik bu toplumsallaşmadan bilinçli biçimde uzak duruyor.

    Herkesi özgür bırak, ama kimsenin de düşmesine izin verme

    Bu hafta Hollanda sandık başına gitti ve tüm ezberleri bozdu. Seçimleri Filistin’i destekleyen sosyal liberal parti D66 kazandı. %17 oyla birinci olan D66’nin 38 yaşındaki lideri Rob Jetten, hem ülkenin en genç hem de ilk eşcinsel başbakanı olabilir. İsrail’e karşı en sert yaptırımları savunan Rob Jetten’in sırrı ise Trumpların dünyasında duruşundan taviz vermemek ve somut vaatlerini eğlenceli, net ve sahici bir şekilde anlatmak. Ve tabii ki çok iyi bir TikTok kullanıcısı olması.

    Akademi hakikatin peşinde midir?

    Akademi büyük bir israftır desem haksızlık olur. Ancak acı gerçek şudur: Normalde akademik üretimin yüzde doksanı zayiattır. Kimine göre dolgu malzemesidir, diğer kısım kırılmasın veya taşınabilsin diye. İyimser bir nazarla katlanılması gereken bir ekosistem unsuru olduğu söylenebilir. Birkaç yerde çiçek açsın diye geniş bir bahçede yeşillik lazımdır. Keşke sorun sadece vasatlık olsaydı. Akademideki amaca yabancılaşma düzeyi aslında korkunç boyutlardadır. Ama ağlayanı yoktur.

    Bakışı anlatır…

    “Hamaset Edebiyatı” sazlı sözlü sanatların popüler dalı. Açık öğretim fakültesinden ilk sağa dön, tarihi kapısına çakılı plastik tabelası karşında. Oksimoron misali eğreti dursa da “diktatör edebiyatı” diye alt dalı bile var. Kahramanlık, yiğitlik deyince hem ufukta, hem burnunun dibinde düşman(lar) da gerek tabii. Bitevi bir asabiyet, öfke, hınç, intikam, alaycılık, küçümseme de 32 kısım tekmili birden sızıyor o söyleme. Fotoğraflarına bile…

    Mami, IKE ve Hüseyin-2

    Hüseyin Gün’ün tuhaf ve karanlık bağlantıları olan biri olduğu açık. Ama casus mu? En azından bu soruşturma evraklarında kim adına ve nasıl casusluk yaptığı anlaşılmıyor. Mesela İBB’den bilgi ve belgeleri alıp hangi istihbarat örgütüne ya da hangi ülkeye vermiş? Bu sorunun cevabı soruşturma evraklarında yok.

    29 Ekim Tanzanya seçimleri

    65 yaşındaki Başkan Samia, havalı ve karizmatik bir kadın. Dört yıldır ülkenin başında. Ancak kendisinin sıcak ve sevimli görünümüne, parlak ve şık kıyafetlerine, partisinin renklerini yansıtan yeşil ve sarı giysilerine kanmamak gerekiyor. Samia, en büyük rakibini hapse atmış ve diğer önemli rakibinin seçime girmesini engellemiş. Samia, iktidardaki partinin yani CCM’nin lideri. Partinin iktidardaki kökleri 48 yıldan da eskilere uzanıyor.