TÜM YAZARLAR

Devamı

    Bu terörist kime benziyor?

    Taleb Abdulmohsen, terör uzmanlarını bile şok eden bir terörist profili.Kimse Almanya’ya fazlasıyla entegre olmuş, ateist, Batılılar gibi olmuş bir psikiyatrın katliam yapabileceğini herhalde düşünmezdi. Halbuki nefretin tek bir biçimi yok. Her türlü derin nefret şiddeti doğurur. Kendisinden, kendi kimliğinden nefret de tehlikeli ve yıkıcı bir duygu.Bu self-nefret münferit değil. Avrupa siyasetinde bile pek çok örneği var artık. Türkiye’nin radikal modernleşme ve Batılılaşma deneyimi de bu profilden çok fazla insan yetiştirdi.

    Yine bir Arap ülkesinde bahar, yine aynı tartışmalar

    Suriye’deki devrime ülkemizdeki yorumcuların ve siyasilerin bazılarının bakış açışını hayretle izlediğimi belirtmem lazım. Özellikle ilerici, solcu veya Atatürkçü geçinen bazı kesimlerin belki de sırf Esad’ın sahte bir laiklik söylemi, eşinin başı açık olması gibi sebeplerden dolayı saymakla bitmeyen işlediği suçları görmezden gelmeyi tercih etmektedir. Bu umarım sadece Esad rejiminin çökmesinin iktidarın başarısı olarak görülmesinden muhalefetin rahatsızlık duymasından ibarettir. Endüstriyel çapta bir yolsuzluk ve katliam abidesi yaratmış olan Esad rejiminin ve onunla birlikte Baas partisinin tarihin çöplüğüne gömülmesi ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşmiş olsun sosyal demokrat bir parti için ancak sevinç kaynağı olmalıdır. Başka türlüsü düşünülemez.

    “Bir günde giriverdik demektir Şamı Şerif şehrine”

    Bu sabah Metin Karabaşoğlu’nun “Bilgiye dirençli cehalet” yazısını bir gün geç okudum. Kendi gözlemlerime çok denk düştü. Gerilere de gittim. 85 yıl önce, aynen Karabaşoğlu’nun tanık olduğu cahil inanmışlıkla konuşuyor Nâzım Hikmet’in bazı tipleri. “Ben büyük yerden işittim. Hitler denilen gâvur Müslümanmış dediler. Gizli din taşırmış.” Türk popüler kültürünün başka bazı kalıcı özelliklerine de rastlıyoruz bu satırlarda. Büyüklük özlemi. Ne kadar önemli olduğumuz. Dünyaya nasıl yön verdiğimiz. Fetihçi oportünizm. İmparatorluk nostaljisi. Punduna getirsek de “Arap eyaletlerimiz”i yeniden alıversek! Garip tesadüf; son zamanlarda bu hamaset Suriye üzerinden tekrar gündeme geliyor.

    Hangi ‘parlayan Türkiye’yi tercih ederdiniz? 2004’ü mü, 2024’ü mü?

    Herhangi bir ülkede birbirini izleyen iki dönemde birbirine taban tabana zıt iki siyaset tarzı egemen olabilir; çünkü bir iktidar gider öbürü gelir ve dolayısıyla siyaset de değişir. Fakat böyle bir şeyin aynı siyasi partinin iktidarında vuku bulmasına pek rastlanmaz. Türkiye, AK Parti iktidarında işte böyle bir şey yaşadı. Türkiye’nin imajı ‘2004 süreci’nde de parlaktı, şimdi ‘2024 süreci’nde yine parlak. Türkiye birincide övgülere boğulmuştu, şimdi ikincisinde de övgülere boğuluyor. Fakat ülkede yaşanan hayatlar kıyaslandığında iki övgü türü ve iki parlaklık arasında devasa bir fark ortaya çıkıyor.

    Sanat ilgisi bir kader susuzluğu

    Sanatın yüksek ve değerli görülmesi popüler anlamıyla estetik ile irtibatlandırılmasından kaynaklanıyor. Ancak o anlamdaki “estetik” sanatın sadece bir görünümüdür. Sanatı estetikle, estetiği de güzel ve ulvi olanla tarif eğilimi çoğu kez sanatın daha genel mahiyetini anlamamıza engel oluyor. Peki doğru anlaşılması durumunda tam olarak estetik ve sanat ne demektir?

    Arhan’sız bir İstanbul tahayyül edilebilir mi?

    Arhan Kayar arkasında bir boşluk bıraktı. Ali Akay’ın dediği gibi “Arhan İstanbul’un hayal gücüydü”. Arhan olmadan biliyorum İstanbul, İstanbul gibi olmayacak.

    Çözüm, yeniden!

    Kürtler açısından çok kritik bir döneme girildi. Rojava’ya destek eylemlilikleri genel destek bulamıyor, cılız kalıyor. PKK de Türkiye Kürt Siyasi Hareketi de “Öcalan’la görüşelim” dışında çözüm üretemiyor, söylem geliştiremiyor. Öcalan’ın mevcut şartlarda yol açıcılık anlamında ne söyleyebileceğini görmek de zor. Öcalan’ın eli 2010-2015 dönemine göre daha zayıf. Devlet de bunu biliyor. Suriye’de ortaya çıkan imkânlarla Rojava’yı da yok edebilirse, bu elin daha da zayıflayacağını ve çözüm ve barış şartlarının kendi anlayışına çok daha yakın olacağını hesaplıyor.

    “Türk savunma” sanayilerimiz ve Manav Amca

    Aralık ayının “Özel, Önemli Günler” listesi uzun. Ayın 22 günü “önemli”. Hatta 5 Aralık’ta beş ayrı özel gün var. Kimi tarihi, mücadelesiyle “bayram” kıymetinde, kimi keyfe keder “seyran”. Zamanla çoğalıyor, mânâsı, önemi, hatta adı bile değişiyor. Belki de 12-18 Aralık’ta bence biraz gıyabında kutlanan, zaten yıllar önce adı da değiştirilen “Yerli Malı Haftası” misali “günün mânâ ve ehemmiyeti”ni tükettik, yerine deli gibi tüketeceğimiz yenileri geldi. Önemli günler de bazen “ham maddelerin” işlendiği, “kullanılacak duruma getirildiği” bir tür “sanayi” nasıl olsa. “Tüketim malları sanayii”nde de yeri ayrı.

    Dedemin zekât felsefesi ve Peter Singer’ın etiği: Küresel açlıkla yüzleşmek

    Dedeme şu soruyu sordum: “Allah neden Afrika’daki insanları beslemiyor, bu olan olayların sorumlusu O değil mi?”. Dedem merhamet dolu bir bakış atıp: “Allah değil biz suçluyuz. Biz zekât versek öyle mi olacak?” Bu cevap beni tatmin etmedi: “İyi de zekât Müslümanlara farz, Müslümanlar mı suçlu yani” dedim”. Cevabı bu yazıya beni iten şeylerden biridir: “Zekât dini bir emirden ibaret değil. Zekât bir ahlaki yükümlülük. Her insan dinsiz bile olsa ihtiyacı olana vermeli.” Dedem haklı olabilir mi? Gelin çağımızın en önemli etikçilerinden biri ile beraber düşünelim.

    Uğultulu bahçeler

    Bir insan yanı başında her gün binlerce insan gazla öldürülüp fırınlarda yakılırken bahçesindeki narin yapraklı rengarenk çiçekleri sulamaya nasıl devam edebilir ve nasıl olur da kamp komutanı kocası kan bulaşmış çizmeleriyle “mesai”den döndüğünde ona sevinçle sarılabilir?

    Şam’a bahar gelecek mi?

    13 senelik kanlı bir mücadelenin ardından Suriyeliler, sopayı Esad’ın elinden aldı. Artık sopanın el değiştirmesi değil, kırılması gerekiyor. Bunun içinse kapsayıcı bir anayasa yapım süreci ve herkesin dahil olduğu bir demokrasiye geçiş dönemi şart. Sanılanın aksine Suriyeliler bu kavramlara pek yabancı değil. Çok uzun bir süredir solcusu, liberali, seküleri, İslamcısı, komünistiyle bu değerler için mücadele ediyorlar. 2000 yılındaki Şam Baharı’ndan bugüne uzanan bu demokrasi mücadelesi karşısında, harita önündeki “büyük resim” analizlerinde kullanılan o çubukları artık bir kenara koymak gerekiyor.

    Ortadoğu’nun kalbinde tufan (1): Ne oldu, nasıl oldu, niye oldu, ne olacak, ne olmalı, nasıl olmalı?

    Önemli bir direniş hattı olan Suriye, -en azından şimdilik- “direniş cephesi”nden çıkmış bulunuyor ama Suriye’nin yeni yöneticilerinin ve daha önemlisi Suriye halkının Filistin acısını umursamadıkları düşünülemez. Yıllardır halka zulmeden bir yönetim beklenmedik hız ve kolaylıkla sona ermiştir. Yönetim bağlamında bölgemizde bir zorba yönetim daha sona erdi, darısı diğerlerinin başına. Hiçbir zorba/despot rejim ilanihaye ayakta kalamaz, zorba hiçbir rejim Filistinliler gibi mazlumların acılarını kendine dert edinmez, mazlumların kurtarıcısı olamaz.

    Bilgiye dirençli cehalet

    Hoşa gitmeyen doğruların alıcısı yok, hoşa giden yalanlar ise kapış kapış gidiyor. ‘Post-truth’ çağında bu gerçeğin geldiği seviyeye baktığımızda, dünyada ve Türkiye’de entellektüel kesimin en büyük yanılgılarından birinin şu olduğunu söylemek mümkün: Cehalet bugün ‘imkânsızlık’ sebebiyle ortaya çıkan bir durum değil, bilakis bile isteye tercih edilen, deyim yerindeyse ‘sofistike’ bir ‘cehalet’le yüzyüzeyiz.

    Venedik Komisyonu’nun HSK raporu: Türk yargısı bağımsız değil

    Venedik Komisyonu’nun HSK’nın yapısıyla ilgili raporunda Cumhurbaşkanı tarafından atanan dört HSK üyesinin, uluslararası standartlara göre “yargı üyesi” olarak kabul edilemeyeceği tespiti dikkat çekici. Bugüne kadar AİHM, Türkiye’deki yargı bağımsızlığına ilişkin iddialarda çelişkili bir görüş benimsemiş, Selahattin Demirtaş kararında AİHS m.18'in ihlal gerekçeleri arasında saymışken, Yalçınkaya kararında, aksine, yargı bağımsızlığına ilişkin iddiaları incelememişti. Bundan sonraki kararlarda, bu rapor doğrultusunda inceleme yapacağını düşünmek yanıltıcı olmaz. 61 üye ülkeli Venedik Komisyonu Türk yargısının bağımsız olmadığını dünyaya ilan ediyor.

    Türkiye’nin Trump sorunsalı

    ABD ile stratejiyi “daha fazla kavga” değil çözüm ve denge, yani bölgenin ve insanlığın toplam faydası üzerine kurgulayabilmek esas olmalı. Tabii süper devletlerin de kendilerine göre hesapları, zaafları, üstünlükleri, psikolojik inişçıkışları olabilir. Anlık tepkileri, dürtüsel davranışları olabilir. Siyasi atmosferi ABD aleyhine zorlamak ve ilişkileri iyice bozabilecek bir tempoya geçmek, sağlıklı değildir. Bu tür “emperyalizme karşı yüksek sesli retorik”ler şimdiye kadar pek kimseye fayda getirmedi.

    İsrail’in Suriye Devrimi

    HTŞ’nin iki haftadan daha az bir zaman içinde, Kürt bölgesi hariç Suriye’nin tamamını ele geçirmesinde ne gibi faktörler belirleyici oldu? Yıllardır İdlib bölgesine sıkışmış olan bir örgüt, nasıl oldu da bir anda Suriye’nin kaderini eline aldı? Suriye’deki bu son “devrimde” hangi faktörler belirleyici oldu? HTŞ’ye bu zaferi bağışlayan iç ve dış dinamikler nelerdi?

    Coğrafi konumundan memnun olmayanlar…

    Muhalefet 13 yıldır Suriye’yi AK Parti iktidarının karıştırdığını, silahlı gruplara, ‘çetelere’, ‘teröristlere’ destek verdiğini, savunuyordu. Ama şimdi aynı muhalifler Esad’ı devirince Türkiye’nin ne alakası var, bunu İsrail ile ABD yaptı diyorlar. Trump bile tersini söylerken. Bu sadece muhaliflikten kaynaklı göze inen bir perde değil, Türkiye’nin coğrafi konumuyla ilgili bir mutsuzluk da.

    8 Aralık’tan önce, 8 Aralık’tan sonra

    Türkiye ile kuzey Suriye Kürtleri arasında yaşanması olası gerginlikler Türkiye ile Batı dünyası ve Türkiye iç siyasetini ciddi anlamda zorlayacaktır. Bu coğrafya birilerinin kazandığı ve birilerinin kaybettiği süreçlerden çok acı çekti. Bu sefer herkesin kazanacağı bir tabloyu ortaya çıkarmak için yeterince tecrübe birikti. Yeter ki istensin…Bunun en acil yollarından biri de PKK'nin kayıtsız şartsız Türkiye 'ye karşı silahtan vazgeçmesidir.

    Taş-kuyu ve Kürt Meselesi

    Şimdi Öcalan çıksa ve terör bitsin dese Kürt sorunu halledilmiş olacak mı ? Hiç sanmıyorum. Üstelik, Suriye’deki gelişmeler ne etki yapar şimdiden öngörmek kolay değil. Suriye’ye hakim olacak gruplar aralarında uzlaşı bulup yönetimde bütünlük sağlayabilecek mi? Belli değil.

    Yeni Suriye’de etkili olabilmek

    HTŞ lideri Colani’nin “Kürtler Suriye’nin asli unsurudur” demesi, yeni yönetimle YPG arasında bir uzlaşmayı mı ifade ediyor? Bundan sonra Kürtler de Suriye devleti içinde temsil edilecek mi? Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Meclis’te DEM Partilelerle tartışırken kullandığı “Suriyeli Kürtler” ifadesi, geçmişten farklı yeni bir yol anlamına geliyor. Belli ki Türkiye, PKK’nın Suriye’deki varlığını bir müzakere konusu haline getirecek.

    Müzakere başlangıcı

    Bugün Erbil ile kurulan ilişkiden büyük bir memnuniyetle bahsediliyor. Eğer yarın bunun bir benzeri Qamışlo ile kurulmak isteniyorsa, şimdiden adım atmak lazım. Bir müzakere başlangıcı için şartlar uygun.

    Suriye’de düşen, Suriye’de kalkabilir mi?

    Türkiye eğer Suriye’deki gücünü hevesli bir yayılmacılıkla değil de, emperyal bir soğukkanlıkla kullanırsa, Kuzey Suriye ve bölünmeye değil, Şam’a ve büyümeye yoğunlaşırsa bir taşla iki kuş vurabilir. En azından bu şartlar PKK’nın Türkiye’ye karşı bir silah bırakma kararı almasını sağlayabilir.

    Demokrasilerine sahip çıkan halklar

    Halkın demokrasi için mücadele verdiği yeni örnek Güney Kore. Benim de üç yıl boyunca Büyükelçi olarak görev yaptığım için yakından tanıdığım, severek beğendiğim Kore demokrasisi de bir badireden geçmektedir. Kore halkında gösteri ve protesto geleneği epey güçlüdür. 1980’li yıllarda kanlı bir şekilde sonuçlanan bu gösteriler daha sonraki dönemde, 1988 yılında askeri diktatörlüğün bitmesine ve ülkenin tarihinde ilk defa demokrasiyle yönetilmesine yol açmıştı.

    Bir ağacın apoletleri

    Ağaç süslemekle kimse dinden çıkmaz. Kimse daha Atatürkçü ya da laik de olmaz. Olan ağaca olur sanırım. Öyle bir memleket ki bir taraf Arapça kebapçı tabelası görünce tüyleri diken diken oluyor, öteki taraf yılbaşı süslerinden nem kapıyor.

    HTŞ’nin IŞİD’leşmesi ihtimalinin gerçeğe dönüşmesinden korkanlar, gerçeğe dönüşmemesinden korkanlar

    Bu yazının başlığını okur okumaz “Bu ne biçim laf, 10 yıl önceki o korkunç tecrübenin tekrar yaşanmaması kimi, neden mutsuz etsin, korkutsun” diye itiraz edenler ilk bakışta haklı gibi görünebilir. Çünkü gerçekten de kavranması çok zor, hastalıklı bir psikolojiyi ima ediyor başlık. Kim kalkıp da “Evet, ben böyle hissediyorum” der? Doğru, kimse demez, fakat zaten ben de insanın bırakın ifade etmeyi kendi kendine bile itiraf etmekten kaçındığı tekinsiz bir psikolojiden söz ediyorum.

    Javier Milei’in ilk yılı: Arjantin’in mücadelesi

    Testere, beklenmedik tarzını koruyarak bir senedir kesmeye devam ediyor. Ancak kendisini kurtarıcı veya yıkıcı, refah veya fakirlik şeklinde ikiliklerden görmek isteyenler için Milei'nin ilk yılı tam bir done sağlamıyor. Herkes tarafından kabul edilen iyi düzenlemeleri olsa da, kimsenin nedenini anlamadığı çıkışları da oluyor. Ancak planının ne kadarını uygulayacağını ve ne şekilde işleyeceğini görebilmek için belirleyici yıl 2025 olacak. 2. senesinin sonunda da ülkede giderek daha fazla kabul gören “önce daha kötüye gitmek gerekiyor ki daha iyiye ulaşabilelim” düşüncesini koruyabilirse, Milei ekonomi bir yana, en azından siyasi olarak başarmış olacak.

    Milliyetçiliğin İslam nefreti

    Bir insanda milliyetçilik hissi işgale başlayınca, o insanın benliği takviye olup güçlenmeye, bencilliği ise harlanıp etrafını yakmaya başlar. Hiçbir milliyetçi durduk yerde biz karar verdik artık milliyetçi olacağız demez. Milliyetçi olmak için mutlaka bir mağduriyetin tecrübe veya icad edilmesi gerekir: Ezilmekten, zayıflıktan, dövülmekten kurtulmak için milliyetçi olunmuştur. Mağduriyet çamurunda paklandığı için milliyetçi taptaze bir masumiyete hak kazanmıştır.

    Devrimci kervanlar ve kırılgan istikrar: Esad rejiminin çöküş mekanizmaları

    2024 yılına gelindiğinde rejimin çöküşü şaşırtıcı bir hızla gerçekleşti. Şam, 10 günden kısa bir sürede düştü ve Esad rejimi, daha önce 13 yıl boyunca süren iç savaştan sağ çıkmayı başaran bir rejimin nasıl bu kadar hızlı dağıldığına dair soruları beraberinde bıraktı. Bu çöküş, yalnızca askeri yenilgilerin veya dış desteklerin kesilmesinin bir sonucu değil; aynı zamanda, oyunun kurallarını belirleyen temel dinamiklerin bir araya geldiği karmaşık bir sürecin ürünü.

    “1. 2. Mükellefiyet”ten “mecburiyet”e madenciler

    Üç haftadır madencilerle ilgili yazıyorum. “4 Aralık Madenciler Günü” de vesile oldu. Lâkin iktidarın zirvesinde, “Önemli, Belirli Günler”i pek sektirmeyen “X” hesaplarında tek cümleyle bile anılmadı. Oysa resmen var yönetmeliklerinde. Dönemin başbakanı Erdoğan Soma faciasında ise dünyadaki “daha büyük” maden kazalarını anmıştı; 1862’den başlayarak tek tek. En yakın tarih de yarım asır önce, 1975… Ancak o da kurtarmıyor. Zira uzak-yakın tarihimiz de öyle kıyaslara müsait değil.

    Seksi suikastçı, Amerika’nın aklını nasıl çeldi?

    ABD’nin en büyük özel sağlık sigortası şirketi UnitedHealth’in CEO’su Brian Thompson geçen hafta New York’ta sokak ortasında öldürüldü. Genç CEO’yu Manhattan’ın ortasında soğukkanlılıkla vuran 26 yaşındaki Luigi Mangione ise bu hafta yakalandı. Sağlık sistemine tepki duyan Mangione, emlak zengini milyoner bir ailenin beyaz yakalı çocuğu. Sabıka kaydı temiz, radikal bir geçmişi yok, hatta pek solcu da değil. Özellikle dış görünüşüyle Amerikalıların dikkatini çeken ve sigorta şirketlerine tepkili mağdurları ağırlıklı geniş bir hayran kitlesine kavuşan Luigi’yi ABD’nin “en seksi suikastçısına” dönüştüren ise bombacı bir profesörün manifestosu, sırt ağrısı ve dünyanın en berbat sağlık sistemi.