TÜM YAZARLAR

Devamı

    Kilise, dikdörtgen ve akıllı telefon

    Kiliseyle akıllı telefon arasındaki başka bir benzerlik, ikisinin de hem bazen tamamen sessiz olup hem bazen müzikle dolup taşması. Sessiz bir kilisede en ufak kıpırtı büyür: Tıpkı sessize alınmış bir telefonda titreşimin bütün bedene yayılması gibi. Zaten kilise çanı da cep telefonu melodisini andırır ve bir çağrı üretir... Zamanı bölen, insanı bulunduğu yerden kaldıran, “buraya gel” diyen bir ses... Tıpkı sesin insanı içeri çağırması gibi, dijital akışlar da bizi kendi ritimlerine davet ediyor. Bugün, kilise çanının ruhu, daha kişisel biçimde, cep telefonu melodilerinde ve bildirim seslerinde yaşıyor.

    Roboski: Hatırlanamayan bir şey

    Roboski, unutulduğu için değil, unutulabilir sayıldığı için bu kadar ağır bir yüke dönüştü hayatlarımızda. On dört yıl boyunca yalnızca adaletin yokluğu değil, bu yokluğun taşınabilir kabul edilmesi de öğretildi hepimize. Sessizlik zamanla bir eksiklik olmaktan çıkıp bir düzene, bir alışkanlığa dönüştü. Bugün Roboski’yi anmak mümkün, ama Roboski’nin gerektirdiği sorumluluğu üstlenmek hala zor...

    Ah bir de gazoz şişesinde ırkçı olsam 

    17’nci yüzyılda yaşamış İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân adlı tefsirinde Enbiyâ Suresi’nin 68. ayetini açıklarken Kürtler hakkında “Onların en salihleriyle dostluk kurmaktan ve yaşadıkları bölgelere uğrayıp geçmekten bile sakın” der. 17. yüzyılda yapılan bir ırkçılığın o kadar da önemi yoktu; evli evinde, köylü köyünde zamanlarıydı. Şimdi herkesler X’te, YouTube’da; hâliyle birbirimiz hakkında dediklerimizi görüyor, duyuyoruz. Türkiye şu aralar aniden bir gazoz şişesinin içine düşüp orada kala kalacakmış kadar başıboş ve kırılgan intibası uyandırmıyorsa, bu MİT sayesinde gibi görünüyor. MİT’in başında, devlet ricalinde bulup bulabileceğimiz en aklı başında adam var. 90’larda Teoman Koman’ın yönettiği bir teşkilattan, İbrahim Kalın’ın yönettiği bir teşkilata evrilmesi Türkiye için gerçek manada bir devrim. Türkiye’de eski milliyetçiliğin son temsilcisi Bahçeli ve MİT; Türkiye’de siyaset, yargı ve medya tamamen çökmüşken elimizde kalan, elle tutulur son dayanaklar.

    “Kaçakçı” mı denir onlara…

    14 yıl önce bugün, 28 Aralık 2011’de 34 insan öldürüldü. 27’si aynı aileden, 19’u çocuk… “Kaçağa gitmişler”; katırla Irak’tan mazot, çay, sigara getirmeye… Parçalanmış bedenleri de battaniyelere sarılıp karda, katır sırtında kilometrelerce taşınmış. Mezarlarındaki notlar yaptıkları “kaçakçılık”ın cirmini-cürmünü de tanımlıyor: “Bilgisayar parası biriktirmek, okul kantinine borcunu ödemek, iki yıl önce ölen annesinin mezarına bir taş dikebilmek, ‘ekstra’ bir kışlık kaban için gitmişler.”

    Miss Türkiye’nin mahremiyet refleksi…

    Annesi gururla kızını tebrik ederken başörtüsünün boğazını örttüğü kısmı bir miktar açıldı ve Türkiye güzeli, annesinin açılan başörtüsünü hızlıca kapattı. O klişe laf bu kez kullanılabilir; “Üzerine tezler yazılacak” birkaç saniyeydi yaşanan. Eğer bu yıldan ileriye birkaç görüntü kalacaksa mutlaka bir tanesi bu olmalı.

    İflah olmaz bir iyimserin 2026 paniği: karamsarlıkta ihtiyat, tedbirde ısrar

    2025 kötü bir seneydi, 2026 daha da kötü olacak. Dünyanın direksiyonunda önündeki yola değil, arkasındaki Epstein belgelerine, dibindeki Venezuela petrollerine bakan Trump var. Dünya her sandığa gittiğinde sabahına yeni bir Trump ile uyanıyor; İsrail Gazze soykırımının taze ateşini tüm bölgeye yaymaya çalışıyor. Ukrayna ve Rusya barışı meçhul, yapay zeka ve teknopat iş adamları güç pekiştiriyor. Fakat her şeye inat Zohran Mamdani, Sumud filosu, İsrail’e karşı kurulan büyük insanlık ittifakı sessiz ama derinden yeni bir hikaye yazıyor. Yine de bildiğimiz dünya başımıza yıkılırken, iflah olmaz iyimserliği geride bırakmak, ihtiyatlı karamsarlığımıza sığınmakta fayda var. Toksik iyimserliğinizi terbiye etmezseniz, bu yeni dünya 2026’da sizi fazlasıyla üzecek.

    Ülke siyasetin neresinde, hangi evresinde?

    Yeni milliyetçilik; lider, devlet, güç, başarı, büyüme unsurları üzerinde yükselmeye başladı. Bugün itibarıyla bu siyasi dalga yeni girdilerle devam etmekte, uluslararası çatışma-gerginlik iklimi de bu algıya destek vermektedir. Avrupa’nın yeni bir güvenlik yapısı arayışına girmesi Türkiye’ye yeni tanımlar yükledi. Bunların en önemlisi, Türkiye’nin güçlü ordusuyla, yükselen savunma sanayisiyle Avrupa’ya stratejik ortak olma ihtimalidir. Bu durum, Türkiye’nin Avrupa değerlerine yaklaşması meselesini iyice bir kenara itmekte, hatta otoriter siyasi istikrarı kırılgan bir demokratik dönüşüme yeğler görünmektedir.

    28 Şubat Fransa’da nasıl hortladı?

    “İslamcılık milli birliğimize karşı en büyük tehdittir”, “Çocukların korunması maksadıyla […] 16 yaşından küçük çocukların oruç tutması [ve] 16 yaşından küçük kız çocuklarının başörtüsü takması yasaklanmalıdır”, “spor müsabakalarında uygulanan başörtüsü yasağı tavizsiz uygulanmalıdır”. Benzerlik şaşırtıcı olsa da okuduklarınız 1997 senesinin soğuk bir Şubat günü Ankara’da toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun kararları değil. Fransa Senatosu’ndaki “merkez” sağ grubun geçtiğimiz ay yayınladığı bir raporda yer alan tavsiye niteliğindeki tedbirler.

    Ruslar Trump’ı çok sevdi

    Trump, Moskova’da liberal düzeni sona erdiren bir figür olarak resmediliyor. RIA Novosti yazarı Yakovenko'ya göre, Trump liderliğindeki muhafazakâr “sağduyu devrimi”, Sovyet perestroykasının Amerikan versiyonu.

    Adalet olmadan hürriyet de demokrasi de olmaz

    Veriler çok net bir hikâye anlatıyor: Hukukun üstünlüğü geriliyor; Demokrasi zayıflıyor; Özgürlükler daralıyor; Ekonomi kırılganlaşıyor, Toplum mutsuzlaşıyor. Bu bir ideolojik yorum değil, ölçülebilir bir nedensellik zinciri.

    Memlekette siyasetin kültürü…

    Travmalarla iç içe geçmiş, sabit bir bellek oluşturacak kadar acılı, en yakını yüz–yüz elli yıla yaslanan ve sürekli göç üstüne oturan bu öykü; kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar; buna karşılık gasp edilmiş mallar, alınmış canlar üstüne oturan “kimlik kurucu” bir yönü barındırmaktadır. Kürt sorunu karşısında ortak direnç, Ermeni meselesinde ortak tepki uçları burada yatar.

    Bizi esas ilgilendiren çarpık ilişkiler…

    Ortada çok açık bir gerçek var: Şu anda Suriye’de Türkiye ve İsrail arasında bir soğuk savaş yaşanıyor. SDG-Şam ilişkisi bu soğuk savaşın ortasındaki en sıcak ve çatışmalı konu. İçeride çözüm süreci hızlanırken, yasa tasarısı Ocak ayında Meclis’in önüne gelmeye hazırlanırken, PKK yeni adımlar atmaya hazırlanırken her şey bu cevabı bekliyor. Peki birlik ve beraberliğe uzun süreden sonra sahiden ihtiyacı olan Türkiye ne bekliyor? Ela Rümeysa Cebeci’nin itirafçı olup olmayacağını ve Sadettin Saran’ın test sonucunu.

    Çözüm yaklaştıkça direnç artacak

    Siyasi topluluklar açısından bakıldığında tablo daha net okunabiliyor. MHP’nin temsil ettiği ülkücü milliyetçilik, yakın zamana kadar meseleye tamamen karşı bir noktadan yaklaşıyordu, bugün bu değişiyor. AK Parti içinde çözüme yatkın isimler yeniden görünür hale geliyor. CHP içindeki katı ulusalcı çizgide bile tereddüt yaşayan, eski kesinliğini kaybeden bir hava hissediliyor. Partilerin komisyona sunduğu raporlara bakıldığında, farklı tonlarda da olsa bir çözüm arzusunun hepsinde bulunduğu görülüyor. Yasal çerçevenin bir demokratikleşme paketini içermesi kaçınılmaz görünüyor. Zaman içinde af ve infaz düzenlemeleri gündeme gelecek. Örneğin Selahattin Demirtaş’ın serbest kalıp yeniden siyaset yapabilmesi, yeni bir dönemin sembolik başlangıçlarından biri olabilir.

    Kalabalık Hakikat midir?

    Son yazı beklediğimden çok daha geniş bir yankı buldu. Bu da tartıştığım meselenin ortak bir sinire dokunduğunu gösteriyor. Kıymetli yazar Aydın Ünal Yeni Şafak gazetesindeki yazısında yazıma kısmen cevap verdi. Eleştirileri hakkında birkaç not paylaşmak isterim.

    Partilerin komisyon raporları: Umut da var, temkin de

    CHP’ye yönelik yürütülen operasyonların Kürt meselesinin çözümünü zorlaştırdığını da vurguluyor. Böyle bir siyasi iklimde kalıcı barışa ulaşmanın güç olacağını belirtiyor. Buna rağmen çözüm sürecine desteğini sürdüren CHP, erken seçimin hâlâ ülkenin en önemli gündem maddelerinden biri olduğunu da not düşüyor. Raporların ortak paydası şu: Kimse çözüme karşı çıkmıyor. Bu da ilk eşiğin aşıldığını gösteriyor. Şimdi ikinci eşik var: İcraat. Yani devlet adına somut adımların atılması. Süreci bekleyen risk ise raporlardaki şart dilinin bir noktada sigorta olmaktan çıkıp el frenine dönüşmesi.

    Halkı kin ve nefrete Murat Övüç mü tahrik ediyor?

    Her hafta birine piyangosu vuran halkı kin ve nefrete tahrik suçundan geçen hafta hapse kim girdi? Murat Övüç. Murat Övüç’ün her hafta çoğunluğunu başörtülü kadınların doldurduğu kadınlar matinelerinde oturanları halaya kaldırmak dışında halkı tahrik edebildiğini kimse görmedi. Ama stadyumlarda gerçekten halkı kin ve tahrik edenlere, onlara destek veren alfa erkeklere dokunmak kolay değil. Ama Murat Övüç’e dokunmak serbest ve maliyetsiz.

    Sekülerleşme sorunu veya Müslümanlar nasıl modernleşecek?

    Gökhan Bacık, Müslümanların modernleşme sorunları bağlamında çarpıcı bir örnek veriyor. Bir odada insanların elinde bir balon var, kırmızı bir balon. Onu şişiriyorlar, oynamak için. Şişiriyorlar, sonra biraz daha şişiriyorlar. O kadar ki balon artık oda kadar şişiyor. Yani balon odaya veya odada başka bir şeye izin vermeyecek kadar herşeyleşiyor. Bu örnekte oda dünya veya hayat iken kırmızı balonu da din olarak düşünebilirsiniz. Yani odada hem balona yer var hem de odada balonun bir yeri var. Ama balon oda kadar büyürse (yani din hayatın her alanına yayılan, empoze edilen, herşeyi kapsayan bir konuma getirilirse) bir sorun var denmek isteniyor. Bana kalırsa odadaki balon örneğinde metafor doğru olmakla birlikte ilişkinin tarafları sanki ters tanımlanmış.

    Yanlıştır ama: Tribün refleksi denen şey

    Bu tür olaylardan sonra en hızlı dolaşıma giren cümle genellikle aynıdır, hiç değişmez. Yanlıştır denir ama ardından hemen bir uyarı gelir: “Körüklemeyelim.” Bu çağrı ilk bakışta sağduyulu görünür, gerilimi düşürmeyi, tansiyonu artırmamayı önerir. Oysa dikkatle bakıldığında bu cümlenin yönü şaşırtıcıdır. Yanlışı yapanı değil, yanlışa tepki göstereni hedef alır, terbiye edilmesi gereken bir özne yaratır karşısında. 

    Polis kayıtlarındaki ilk Mehmet Akif…

    Mehmet Akif, bütün hayat boyunca Asım’ın neslini hayal etti. Türkiye’de İslamcılar onun nesli olduklarını iddia ettiler. Hatta bazıları çocuklarına onun adını verdi. Ama bir yüzyıl sonra onun tam adını Google’yınca çıkanlarla, onun yaşadıkları arasında uçurumlar var. İnşallah ikincisi de aklanır ve Mehmet Akif adının üzerindeki gölge kalkar. Yeni nesiller de çocuklarına bu adı verirken düşünmezler. 100 yılda iki Mehmet Akif arasındaki büyük uçurumun nasıl oluştuğu sorusunun cevabı bir yüzyıllık modernleşme hikayemiz de aslında.

    Film ve dizi sektöründe şişme: İspanya, İtalya ve Türkiye

    İtalyanlar ve İspanyollar bizim dizilerimizi ana akım kanallarda, bazen adeta bir milli spor gibi izlerken, bizim onların ödüllü işlerini ancak dijital platformların kuytu köşelerinde bulabilmemiz, gerçekten tuhaf. Onlar bizim “bakışmalarımız”la akşamı ederken, biz onların mega hit'lerini 1.5 hızda tüketip bir sonraki içeriğe saldırıyoruz. Bu durum, bir kültürel alışverişten ziyade, bir tarafın sindire sindire yemek yerken, diğer tarafın dijital bakkal rafından beslenmesine benzetilebilir.

    Tehlikeli masallar (¹)

    İtalyan şair, yazar Boccaccio, 650 yıl önce bugün, 21 Aralık 1375’de öldü. Geride bin sayfayı geçen başyapıtı Decameron’u bıraktı. Lâkin “soylu yedi kadınla üç erkeğin anlattığı” 100 hikâyeden oluşan kitabı yüzyıllardır başa -kara- belâ! Öyküleri insanla çok fazla -cinsi- münasebetli olduğu için feci münasebetsiz zira! Üstelik ta Ortaçağ’da kral, makam, din, aile, izdivaç filan da tanımıyor. Onun usta elinden çıkan “Ortaçağ magazini”nde, tehlikeli masallarında gezinirken aklımdaki zehir zemberek soru ise “Bugün yaşasaydı?..”

    Hukuk

    Toplumumuzda hukuk, siyasetin bir alt dalı gibi görülüyorsa eğer bunun nedeni iktidarın, gölgesi olmayan bir güç gibi görülmesidir. Oysa bütün iktidarların gölgesi vardır ve o, hukuktur. Yanımızdan hiç ayrılmayan, arkamızdaki takipçimizdir. Burada bir altlık-üstlük ilişkisi anlamlı değildir. Toplum, hukukla siyaset üzerinden ilişki kurduğu için hukuk da toplumla aynı şekilde ilişkilenmektedir. Bağımsız bir ilişki için toplumun siyasetle bağımsız bir ilişki kurması elzemdir ve bunun yolu henüz kat edilmemiştir.

    İstanbul Erkek Lisesi ve olaylar: Tarafımız hangisi?

    İstanbul Erkek Lisesi mezunlarından psikiyatri asistanı Dr. Mehmet Zahit Şerefoğlu, lisede son yaşanan olayların arka planını Serbestiyet için yazdı: İstanbul Erkek Lisesi’nde akran zorbalığı, baskı, taciz, şiddet olaylarının arka planında Hiyerarşi denen bir yapı / işleyiş var. Bu yapının çekirdek grubunun başında ise bir mezun kliği ve temsilcisi bulunuyor. Elinde sigara ve tabancayla havaya ateş ederken çekilmiş videosu dolaşıma giren bu temsilci, Hiyerarşi’nin baskısı yüzünden bir öğrenci aşırı doz ilaç alımı yaptığında gelip öğrenciyi hastaneye götürüp, konuyu örtbas etmekten, son taciz listesi ve darp krizini yönetmeye kadar okuldaki bütün olayları yönlendiriyor.

    Şili’nin demokrasiye Kast’ı neydi?

    Darbeci diktatör Pinochet’i 1988 referandumuyla demokratik bir şekilde indirerek adını dünya demokrasi tarihine altın harflerle kazıyan Şili, geçtiğimiz hafta kaçak bir Nazi askerinin Pinochet ve İsrail hayranı aşırı sağcı oğlu José Antonio Kast’ı rekor oyla devlet başkanı seçti. Bir zamanlar coşkulu marşların yükseldiği, yüreklerin soldan attığı Şili, Trump’ın sağdan sağdan esen rüzgarına kapılan bir başka Latin Amerika ülkesi oldu. Şili’nin kursakta kalan bu demokrasi hikayesini anlamak için bir sağ bir sol gösteren ama asla sandıktan elini çekmeyen bu renkli ülkenin tarihine göz atmak şart.

    Küfürbazlar ve ötesi

    Türkiye’de az buçuk futbolu bilen, tribün ve taraftar gruplarına ucundan kıyısından vakıf olan biri, bu tür eylemlerin öyle kendiliğinden gelişmediğini bilir. Zana bir tür inzivaya çekilmişken ve kamusal alanda onunla ilgili herhangi bir mevzuu yokken, Zana’ya ulu orta küfürler etmenin tek bir gayesi olabilir: Kitleleri karşı karşıya getirmek, çözüm yoluna kaldırılması zor bir taş koymak ve bugüne kadar kat edilen mesafeleri geri çevirmek. 

    AİHM’in 16 Aralık kararları, sessizlik ve seçici duyarlılık üzerine

    AİHM, 16 Aralık günü verdiği üç ayrı kararla, toplam 2.420 kişi hakkında yürütülen terör suçlarına ilişkin ceza yargılamalarında AİHS'in 6. (adil yargılanma hakkı) ve 7. (kanunsuz ceza olmaz) maddelerinin ihlal edildiğine hükmetti. AİHM tarihinin aynı günde 3 ayrı kararla 2420 kişinin dosyasında birden ağır ihlallere hükmettiği başka bir örnek yok. 

    Büyük gerileme çağında göç, hukuk ve gelecek

    Bugün İstanbul'un arka sokaklarında, Ankara'nın Önder Mahallesi'nde, Gaziantep'in atölyelerinde gördüğüm Suriyeli veya Afgan çocukların gözlerinde, 40 yıl önce Köln'de, Berlin'de veya Hamburg'da "Ausländer" (yabancı) damgası yiyen, dışlanan, hor görülen bizlerin psikolojilerinden çok daha ağır bir tablo görüyorum. Biz Almanya'da gettolaşmaya, paralel toplumlar kurmaya itildik çünkü devlet göçmenlere "Siz geçicisiniz, bavulunuzu hazır tutun" diyordu. Bugün aynı tarihsel hatayı Türkiye yapıyor. Burada doğan, anadillerinden daha ileri düzeyde Türkçe konuşan, bu ülkenin okullarına giden o çocuklara "Siz misafirsiniz, bir gün mutlaka gideceksiniz" dedikçe, onları bu topluma aidiyet duymayan, öfkeli, marjinal ve kayıp bir kuşak haline getiriyoruz.

    Belki de çürüyen toplum değildir?

    Şiilikte cevaz verilen bir taktik olan ‘takiye’den yıllarca Türkiye’de İslamcıların kendilerini saklayıp laik, demokrat gibi görünmesi olarak bahsedildi. Son medya skandalıyla öğrendik ki aslında seküler hayatlar yaşayanlar da dindar, muhafazakar, yerli ve milli görünerek takiye yapabiliyormuş. Elit pozisyonlara tanıdık nepotizmiyle adam seçerseniz, o pozisyonları korumanın tek kriteri de mutlak sadakat ve parti çizgisini savunmak olursa sonucun ne olmasını bekliyordunuz ki? Bu dar kadroculuğun doğal sonucu sığlaşma, kalitesizleşme, ahlaki yozluk olacaktı tabii.

    Mahalle Dindarlığı: Mehmet Akif Ersoy olayına Kierkegaardçı bir bakış?

    Dindar bir okulda okumak, muhafazakâr bir ailede doğmak, "o mahalle"de büyümek Kierkegaard’ın perspektifte dindarlık değil, sadece sosyolojik bir coğrafi kaderdir. Siz aslında sosyolojik bir grubun üyesisiniz. Bir kişi muhafazakâr bir çevrede yetişmiş ve tamamen o normları gösteriyor gibi gözükebilir. Ama bu kişi hala içsel olarak Estetik Evrede olabilir. Dışarıdan görünen o "dindar" kabuk kırıldığında ortaya çıkan yaşam tarzı (eğlence, cinsellik, mal hırsı gibi), kişinin aslında başından beri manevi olarak estetik evrede olduğunu gösterir. Yani bir "savrulma" değil, bir "ifşa" söz konusudur.

    Bir önder kadın Nermin Abadan Unat

    Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ilk kadın öğretim üyesi olarak akademik hayata adımını atmıştı. Senatörlük yapmış, kadın haklarını kararlılıkla savunmayı hayatının bir parçası hâline getirmişti. Nermin Abadan, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken hocamdı. 68 olaylarının heyecanıyla, Nermin Hoca’nın Siyasal’ın tek kadın akademisyeni olduğunu fark etmedik. “Mülkiye” diye birçok değişime öncülük etmiş okulumuzun ilk kadın akademisyeni, 1960’larda hâlâ yalnızca Nermin Hoca’ydı.