TÜM YAZARLAR

Devamı

    Birbirini tanımayan iki kişi aynı tetikçiyi azmettirip bir akademisyeni sebepsiz yere öldürtmüş

    145 sayfalık Sinan Ateş cinayeti iddianamesinin özeti: Birbirini tanımayan iki kişi, aynı tetikçiyi azmettirip bir akademisyeni sebepsiz yere öldürtmüş! Cinayet büro amirleri, özel harekatçı polisler de onlara yardım etmiş.

    “Hem müzakere hem mücadele”: Hem doğru hem zor

    Müzakereyi ve uzlaşmayı haysiyetsiz bir teslim oluş; mücadeleyi de rakibine hayat hakkı tanımayan ölümüne bir kavga olarak algılayan bir siyasi kültürümüz var. Böyle bir zeminde “hem müzakere hem mücadele” diyen CHP ikisine de hakkını veren bir pratik sergileyebilir, Erdoğan da bunu olgunlukla karşılarsa ülkenin siyasi kültürü bundan büyük bir kazanç elde eder. Özgür Özel, vaat ettikleri “Büyük emekliler mitingi”nde ipe un sermeyerek müzakere-mücadele formülünden ne anladıklarını anlatmış oldu. Erdoğan bu müzakere-mücadele pratiğini büyük olasılıkla “yumuşama’nın ruhuna aykırı bulacaktır.

    Özgür Özel’in enerjisi… Bahçeli’nin köstekli saati

    Özgür Özel’in “Avrupa’da kime saati sorsam, Kavala ne olacak diyorlar?” şeklindeki sözlerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin cevabı yeni iklime oldukça uygun: ”Özgür Özel neden saati onlara soruyor ki, bana sorsun, köstekli saatime bakar saati söylerim.”

    Devrimci acımasızlık: Lenin’in “asın” emri

    “Yeryüzünün bütün kuvayı milliyeleri”nden (30 Nisan) devam ediyorum. “Solun Kültür Serüveni” dizisiyle de kesişiyor kuşkusuz. Aralarındaki ortak noktalar: devrimci şiddet (veya haklı şiddet), devrimde hegemonya, devrimcilerin kendilerine ait saydıkları alanlarda rakip tanımazlığı, giderek devrimci diktatörlük sorunları. “Solun Kültür Serüveni”nde buraya Marksist devrim teorisinden geldim, geliyorum. İşçi sınıfı devriminin zorunlu ve kaçınılmaz (çünkü tarihin akış yönüne uygun) olduğunu ispatlamak için kurgulanan bütün felsefe-tarih-ekonomi-siyaset bütünlüğü, pratikle yanlışlandı. Çöktü. Geri gelmeyecek. Ama arkasında, (a) çatışmacılık ve (b) bilimcilik diye iki büyük zihinsel ve duygusal saplantı bıraktı.

    Deniz Gezmiş’le son konuştuklarım

    6 Mayıs 1972 gece yarısı cezaevinin etrafı askeri cemselerle çevrildi. Hepsinin farları cezaevine yönelikti. Adeta gün ağarmış gibiydi. Askerler, Denizlerin kaldıkları hücrelere yıldırım hızıyla girmişti. Ayaklarına prangalar vurmuşlar. Kollarını arkadan kelepçelemişler. Kıpırdayamaz hale getirmişler. Hüseyin ayakkabısını giymeye fırsat bulamamış. Biz ise koğuşlarımızda çaresizdik. Büyük bir sessizlik içinde birbirimize bakıyorduk. Koğuşun minik pencerelerine tırmananların sesleri çıkmıyordu. Ara koridordan zincir şakırtıları geliyordu. Deniz’in sesini duyduk, “Eyvallah arkadaşlar!” diyordu.

    Makbul misafirlik

    Şampiyonluğun çok yakıştığı taraftar kimliğiyle Amedspor, 1. Lig’e de çok değer katacak. Ancak şehriyle ve seyircisiyle bu takım, 1. Lig’i bir geçici bir yer olarak görüp asıl ikametgâhı olacak olan Süper Lig için planını ve programını yapmalı. Bir takımdan ötesine işaret eden potansiyeli var Amedspor’un. Lakin bu potansiyelin hakkını vermek ve daha da büyütmek için yakalanan ivmeyi sürdürmek lazım.

    Hamas terör örgütü mü?

    Peki Hamas nedir sorusuna cevap aramaya ve bu arayışı mümkün olduğu kadar serinkanlı yapmaya çalışacağım. Ne yazık ki serinkanlılık ve olaylara tarafsız ve mesafeli bir şekilde bakmak bizim hasletlerimiz arasında değil. Dolayısıyla okuyucularımın bir kısmı bu yazıda ifade edeceğim görüşlere muhakkak ki katılmayacaklardır. Belki de sosyal medyada sık sık rastlandığı şekilde hakaret etmeye kadar gideceklerdir.

    E la nave va

    Bir Fellini filmi (1983). Bizde “Ve Gemi Gidiyor” başlığıyla oynadı. Olanca sürrealist absürditesiyle son günlerde bana, Türkiye gemisinin nereye gittiğini düşündürüyor.

    Basit yaşama felsefesi

    Basit yaşam, “neden” sorusunu sorduğumuz yaşamdır aynı zamanda. Yaptıklarımızı neden yaptığımızı ve yapmadıklarımızı neden yapmadığımızı ya da yapamadığımızı biliriz. “Öylesine”, sorgulamadan geldiği gibi bir yaşam, basit yaşamın zıttıdır. Hiç düşünülmeden yaşanan bir hayat, nedensiz ve dolayısıyla amaçsızdır. Yaşanmamış gibidir! Ne kadar uğraşırsak uğraşalım varacağımız yer, başladığımız yerdir. Ne kadar ilerlersek ilerleyelim aklımız hep çok geridedir.

    Sigaranın dumanı…

    “Önemli olan hayatınızdaki yıllar değil, yıllarınızdaki hayattır” demiş Paul Auster. Hayat da ona göre anlattığımız ve inandığımız hikâyelerden ibaret. Dünya da birbirine bağlı hikâyelerden oluşan bir (b)ağ. Anlattığı hikâyeler, mekânlar, insanlar hep dumanlı: “Yazmak, normalde duman gibi kaybolacak olanı anmanın, fizikleştirmenin bir yolu.” Dumanın ağırlığını bile teraziye koyup ölçmüş hikâyelerinde. Ki hayat da o terazide bazen: Biraz kül, biraz duman…

    Bu normalleşmeyi nereden hatırlıyoruz?

    Çok güçlü bir iktidarın göklerden fanilerinin arasına inmesinin kendisi bile normalleşme demek oluyor. Ve bu bizim tarihimizde daha önce de yaşanmıştı. Üstelik bu kez göklerden fanilerin arasına inen 24 yıllık CHP iktidarıydı. Tamamen benzemiyor, kabul. Ama benzerlik beynimizin çalışmayan hücrelerini harekete geçiriyor.

    Erdoğan bunu çok iyi biliyor ve kullanıyor: Büyük yanlışların sorumlularının küçük doğrularının yarattığı sevinçli ruh hali…

    Erdoğan’la Özgür Özel arasındaki görüşmeyi benim gibi “doğru ve olumlu” bulanlar arasında, görüşme hakkında başkaca bir şey söylemenin bu ‘şahane’ adıma halel getireceği duygusuna sahip olanlar da var: “Büyük yanlışların sorumlularının küçük doğruları”nın yarattığı olumlu heyecan… Sert adamların yumuşak tavırlarının muhataplarında yarattığı duygusal manipülasyon… Bu yelkenleri indirmiş ruh hali, yaşananlar hakkında eleştirel bir pozisyon almayı, somut olayda “büyük yanlışların sorumlusu” Erdoğan’ın muhtemel ‘tatsız’ planları hakkında düşünmeyi zorlaştırıyor.

    1 Mayıs kuşatması

    1 Mayıs’tan ne bekleniyordu? Devrimci sol perspektifinden bakınca “zaferle” sonuçlanacak bir çeşit meydan savaşının umulduğunu görmek zor değil. Sendikaların ve CHP’nin kararına uymayan partiler ya da birlikler muhtemelen kendilerinin öncü olacağı büyük bir çatışma hayal ediyordu. DİSK, CHP’leşmekle suçlandı. Sosyal medyada suçlamalar DİSK’in 1980’de öldürülen başkanı Kemal Türkler’den beri işbirlikçi bir yapı olduğunu söylemeye kadar vardı.

    Olumlu bir adım

    31 Mart’ta toplumun mesajını nasıl okumak gerekiyor? CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Helalleşme”yi daha da genişletmeyi hedeflediğini belirtti. Seçimlerin ardından izlediği tutumla, toplumun desteğini alıyor. Kamuoyu yoklamaları muhalefet liderinin çizgisini olumlu karşılıyor. ErdoğanÖzel görüşmesinin temel içeriğini, adalet/hukukun üstünlüğü ve Anayasa Mahkemesi gibi konular oluşturuyor.

    Özel’in performansına dair…

    Esasen Özel, Kılıçdaroğlu’nun açtığı yoldan ilerliyor. Bu yol, CHP’yi dar bir kimlik partisi olmaktan çıkarmak, bir kitle partisi haline getirmek, kültür savaşları dışında siyaset yapmak, demokrasi ve haklar etrafında kucaklayıcı, birleştirici olmak şeklinde tanımlanabilir. Bu, doğru ve olması gereken siyasettir.

    “1999’da Norveçli bakan bana “AB Türkiye’yi resmen aday yapacak” dedi, ‘kaynak kim’ dedim; Şimon Peres’miş”

    Türkiye Büyükelçisi olarak görev yaptığım AGİT, 1999 yılında yüzyılın son zirvesini İstanbul’da yaptı. Zirveden önce AGİT Dönem Başkanı Norveç Dışişleri Bakanı son bir danışma için İstanbul’a geldi ve zamanın Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile görüştü. Zirveden sonra 11 Aralık’ta yapılacak Avrupa Birliği zirvesinde Türkiye’yi muhtemelen resmen aday ilan edecekler deyince, “kimden bu bilgi” diye sordum. Şimon Peres ve Hollanda Dışişleri Bakanı dedi. O zamanlar İsrail bizim AB’ye girmemiz için ciddi faaliyet gösteriyordu.

    Kutsalın yeniden kurulumu

    Çeşitli sivil dinler ile eskinin resmi ve semavi dinleri arasındaki ritüel benzerlikleri bir tesadüf değildir. Milliyetçi tapınmalar iki formun kesişim kümesidir. Ka’be’ni Anıtkabir/Çankaya yapınca kutsalsız olmuyorsun. Aynı şekilde doğruya dair ilhamini Mekkeli peygamber Muhammed yerine Nemçeli filozof İmmanuel’den alınca başını kutsaldan kurtarmış olmuyorsun. Siyasetsizlik ile Kutsalsizlik aynı şeydir. Kutsalı öldüren siyaseti öldürür. Siyasetin ölümü insaniyetin ölümüdür. Tek veya çok olsun, put olarak tanrıların canı cehenneme. Ama kutsalın ölümünün kendisi insanın ölümüdür.

    Özgür Özel, memurlar ve emekliler

    Özel, Erdoğan’ın karşısına, dersine ondan daha iyi çalışmış, daha akılcı, daha yenilikçi bir görüntüyle oturursa, görüşme sonrasında daha da büyük bir rüzgar yakalayabilir mi? Öte yandan, 1 Mayıs’taki tablo nedeniyle, bu görüşmenin doğru olmadığını, iptal edilmesinin gerektiğini savunan muhalifler var. Bu da başka bir tartışma. Görüşme gerçekleşir veya gerçekleşmez… Özgür Özel’in “el uzatan“ yaklaşımı, diyaloğa açıklığı, “egolu davranmıyor” oluşu… Bunların hepsi güzel olsa da medyaya başlarda yansıyan muhtemel görüşme maddelerine bakınca, bir tereddüte de düşmek mümkün

    1 Mayıs’ı özgürlük ve birlik bayramına çevirelim

    1 Mayıs 1977 katliamı, bizim kuşağın hafızasında yer etmiştir. 34 insanımızı yitirdiğimiz o acı olayların failleri hiçbir zaman yargı önüne çıkarılamadı. O mitingi düzenleyen ve katılanların önemli bir çoğunluğu, olayın, uluslararası çapta bir devlet komplosu olduğunu düşünüyor. Veya öyle düşünmeyi tercih ediyor diyelim. Sol hareketlerin 1 Mayıs 1977 katliamındaki sorumluluğu maalesef yeterince sorgulanamadı. En azından sol kendi içinde bu konuyu enine boyuna cesur bir değerlendirmeden geçirmedi. Bu yük, omuzlarımızda.

    Unutamadığım o enstantane

    Bütün dünya, yaklaşık on gündür New York’taki Columbia Üniversitesinde başlayıp ABD’nin dört bir tarafındaki yüze yakın dünyaca itibarlı üniversiteye yayılan öğrenci eylemlerini konuşuyor. Birçok bakımdan öğretici dersler barındıran bu eylemlerden bir enstantane var ki, günlerdir aklımdan gitmiyor. Hayatın bana yıllar önce öğrettiği iki gerçekle birebir uyumlu bir enstantane bu... Üniversite bahçesinde İsrail’in Filistinlilere karşı özellikle Gazze’de gerçekleştirdiği kıyımı ve savaş suçlarını protesto eden gençlere müdahale eden Amerikan güvenlik güçleri içerisinden bir siyahi polisin protestocu bir öğrenciye uyguladığı şiddetin görüntüsü...

    Rutinin dışında

    Devlet yetkisini kullanan kişileri hukuktan azade kılmak; Susurluk Çetesi benzeri yapıların devlet içinde yuvalanmasını sağlamış, memleketi bir yargısız infazlar çukuruna ve faili meçhul cinayetler mezarlığına döndürmüştür. Devletin rutin dışına çıkmasına cevaz vermek, bu kara tabloya onay vermekten başka bir mana taşımaz. Zira hukukla bağı kopmuş bir devletin çürümesi, yozlaşması ve çeteleşmesi kaçınılmazdır.

    Amedspor’a sevinirken Tarsus İdman Yurdu’na üzülmek

    Amedspor, ırkçılığa karşı kardeşliği işleyen bir takım olarak dikkat çekiyor. Geçen hafta Diyarbakır’da oynanan Amedspor- Iğdırspor maçında 35 bin kişinin İstiklal Marşı’nı ayakta dinlemesi ve ardından alkışlaması, tüm ülkede konuşuldu. Spor bir gerilim aracı olarak da kullanılabilir, barış ve kardeşlik için de… Türkiye’nin Kürt meselesi diye bir meselesi bulunuyor. Amedspor başta olmak üzere bölgedeki spor faaliyetleri, bölgeden yetişen yetenekli sporcular; Türkiye’nin birleştirici gücü olarak etkili oluyorlar. Amedspor’u kutluyor, bir üst ligde de başarılar diliyorum.

    Birkaç gömlek büyük

    Pazar sabahı üç yarım otobüs dolusu taraftar ile Soma’ya doğru hareket ettik. Soma’ya vardığımızda küçük bir Diyarbakır ile karşılaştık. Soma’da Amedspor da taraftarı da çok iyi karşılandı. Belediye Başkanı maça geldi, bütün heyeti tebrik etti. Soma taraftarı da çok sağduyulu davrandı; Emniyet güçleri, gerek maç öncesinde ve gerek maç sonrasında çok nazik, çok kibarlardı. Bugün Bayram Bozyel ile hasbihal ederken olan-biteni çok hoş özetleyen bir anekdot dinledim ondan. Maç ve sonrasını takip eden bir Suriye Kürdü arkadaşı Bayram Abi’ye “Te bê mey, Amedî tev serxweṣ kirin/ Amedspor, bütün Amedlileri alkolsüz sarhoş etti” demiş. Doğru söze ne denir?

    31 Mart sonrası iktidar bloğu ve ordu

    AKP iktidara geldiğinde bir “kapalı kutu” olan ordu, bütün o sivilleşme çabalarına rağmen kapalı bir kutu olmayı sürdürmekle kalmayıp daha da içine kapanmış durumdadır. Öyle ki, bir zamanların “Genelkurmay gazetecileri” bile mevcut değil. “Yeni bir ordu" fikri etrafında konsolide olmuş ve artık yatışmış bir kurum görüntüsünün ima ettiği gerçekliğin ordunun ideolojik ve sosyolojik kılcallarında ne düzeyde geçerli olduğunun bilgisinden mahrumuz.

    Yine AB, yine Kıbrıs

    AB ülkeleri Türkiye’nin adaylığına son vermek veya müzakereleri sonlandırmak gibi zecri bir adım atmayacak, ilişkileri buzdolabında tutacak, normalde dört yıl sonra yapılacak gelecek seçimleri bekleyecek. Bu arada iktidarımızın sürdürdüğü dış politika neticesinde ülkemizin gururla öne sürdüğü stratejik öneminin de pek kalmadığı, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, hatta Kıbrıs’ın bize alternatif teşkil ettiği söylenebilir. Hatta bu ilk üç ülkede kurulan NATO üsleriyle tarihte ilk defa Boğazların önemi azalmış onlara da alternatif bir kara koridoru kurulmuştur. Bu da hayli düşündürücüdür.

    Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (9): “Emperyalizmin beşinci kolu misyonerler”e karşı kampanya

    Türkiye’de iktidarların ortak vasıflarından biri de suni korkular yaratarak destekçilerini siyasal olarak alıklaştırmak, böylece onların tercihlerini sabitlemektir. Toplumu korkular üzerinden cemaatlere-kutuplara ayrıştırmak iktidarların birbirlerinden devraldığı bir siyasal tutum; tıpkı nöbetleşe zorbalık gibi… Askeri vesayet rejimi, AK Parti’nin ilk yıllarında milliyetçilerin ve ulusalcıların ürettiği “Hıristiyan misyonerler Türkiye’yi Hıristiyanlaştırıyor” korkusunu bu amaçla sahiplendi ve bu korku üzerinden çok ciddi bir mobilizasyon yarattı. Amaç Türkiye'de “dini gericiliğin” yükselmekte olduğu, “Hıristiyan düşmanlığının” alıp başını gittiği yönünde bir algı yaratmak ve bu yolla Batı'yla AK Parti arasındaki mesafeyi açmaktı.

    (1) Yeryüzünün bütün kuvayı milliyeleri

    Yıldıray Oğur’un “Denizli Hadisesi” (Serbestiyet, 20 Nisan) yazısındaki karşılaştırmayı genişletmek ve akademik bir çerçeveye oturtmak için yazıyorum. Evet, hepsi birbirine benzer aslında. Üstelik tek bir açıdan değil; birçok bakımdan. Bu noktada hemen uyarayım: Milliyetçi başkadır, tarihçi başka (veya: bilim ve meslek ahlâkı açısından başka olmak zorundadır). Çağdaş tarihçilik açısından, bütün devletler kan ve şiddet içinde doğar. Leyleğin getirdiği “temiz ve masum devlet” diye bir şey yoktur. Bütün kurtuluş ve bağımsızlık örgütleri hem (kendileri açısından) aynı derecede iyi, hem (“ötekiler” açısından) aynı derecede kötü sayılır.

    “Vatandaş Türkçe Konuş” dayatmasından Arapça tabela yasağına, ayrımcı zihniyetin izi

    Tabelaların yasaklanması ve cezai işlemlerin uygulanması CHP’de yeni ve kökleri olmayan bir durum mu? Partinin öncesine bakarsak değil. Aynı gelenek ellerinde daha fazla yetki olduğu geçmişte “Vatandaş Türkçe Konuş” uygulamasıyla Türkçe konuşmayan vatandaşlara cezalar vermişti. Bu tabela mevzusu bir bakıma bu geleneğin anlayışında bir değişimin olmadığını veya hiç değilse geçmiş ve bugün arasında can sıkıcı bir uyumu yansıtıyor. Böylesi güçlü bir partinin insan haklarına ve onuruna aykırı bir uygulamanın arkasında olması ise Türkiye’nin geleceği açısından üstünde uzun uzun düşünülmesi gereken bir sorunu ifade ediyor.

    Amerikan üniversiteleri ayakta: 1968 ruhu nasıl Gazze’nin sesi oldu?

    Amerika bir haftadır Gazze için ayakta. Columbia’da başlayan Filistin gösterileri, Teksas’tan Ohio’ya, Georgia’dan California’ya bütün Amerikan üniversite kampüslerine yayıldı. Gösterilerin fitilini Columbia’nın ilk Arap rektörü Minuşe Şefik’in 56 yıllık bir geleneği bozarak kampüse polis sokup, 113 öğrenciyi sadece Filistin için çadır kurdukları için toplu bir şekilde gözaltına kurdurması ateşledi. NYU göstericileri engellemek için Batı Şeria duvarını andıran bir duvar inşa etti, Teksas’ta atlı polisler kampüse girdi, Princeton’da lisansüstü öğrenciler okul kampüsünden atıldı, Georgia’da öğrencilerinin tutuklanmasına tepki gösteren hocalar yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. Trumpçı-Cumhuriyetçi kanaat önderleri bile polis şiddetini kınamaya başladı. Amerika’da bir şeyler değişiyor. 1968’de olduğu gibi.

    Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (8): ‘Türban’ savaşlarının traji-komik veçheleri

    Başlangıç yıllarında AK Parti’ye karşı yürütülen muhalefette kullanılan mermilerin çoğu bumerang etkisi görüyor yani dönüp atanı vuruyor, vurulmak isteneni güçlendiriyordu. Bu mermilerden en önemlisi olan ‘türban yasağı’ için zamanında ‘pırlanta’ muamelesi gören öyle argümanlar öne sürülmüştü ki bugünden geriye dönüp bakıldığında gülümsememek elde değil: “Ülkenin huzuru için” Erdoğan, Gül, Arınç’ın eşlerine ricada bulunup başlarını açmalarını isteyen gazeteciler de vardı, onlara hitap edip “talep ettiğiniz hürriyet insan haklarına aykırı, dolayısıyla böyle bir hürriyetiniz yok” diyen Anayasa profesörleri de…