TÜM YAZARLAR

Devamı

    Siyasetsiz müzik, Türkiye’siz Eurovision olur mu?

    69. Eurovision Şarkı Yarışması, bu sene İsviçre’de. Belki jüri sistemi nedeniyle artık rahmetli Bülent Özveren’in tabiriyle “komşuların komşulara oy vermesi” sonuçları etkilemiyor, ama siyaset yine başrolde. İsrail’e yönelik tepkiler, Ukrayna’nın işgali, aile ve cinsellik tartışmalarının gölgesinde geçen yarışmada maalesef Türkiye bu sene de yok. Yunanistan, Doğu Karadeniz Rumlarının memleket hasretini konu alan bir şarkıyla Trabzon’u yarışmaya taşısa da yarı finale Türkiye’den Basel’e giden Eurovision hayranları damga vurdu. Yarışmaya katılmasa da en yoğun alkışlardan birini salonda ismi okunan Türkiye aldı.

    Müstafi amiralin doktorluğu nereden geliyor?

    Müstafi amiral Cihat Yaycı, bu aralar yine her gün TV’lerde. PKK’nin kendini fesh etmesinin nasıl büyük bir ihanet projesi olduğunu anlatıyor. İsminin başında bir de doktor titri var. 2004 yılında Deniz Kurmay Binbaşı rütbesindeyken İstanbul Üniversitesi’nde yapmış doktorasını. “Irak’ta Ekonomik-Sosyal Dönüşüm ve Türkmenler” başlıklı doktora tezini meraktan okurken bazı cümleleri Google’lamaya başlayınca karşıma intihalin her türlüsünden yapılmış bir copy-paste tez mucizesi çıktı.

    Pepe’nin Ardından

    Önce bir gerilla, sonra bir devlet başkanı ama hep insan ama gerçekten insan kalan ve öyle de yaşayan bir türün belki de son örneği José Mujica öldü. Fakat, anlamlı ve büyük ve özenilesi bir hayatı geride bırakarak. Nur içinde yatsın.

    Müslüman aydınlar üzerine

    Evdeki hesap çarşıya uymadı; bir süre sonra performanslarıyla mücadeleyi kazananlar, referans sahiplerine özendiklerinde devşirildiler, performans referans sahiplerinin kazanç hanesine yazıldı. Bunun sebebi biz İslamcılar da diğerleri gibi temel gerilimin toplum/halk ile laik/seküler aydınlar arasında olduğunu düşünmemizdi. Yanlış teşhisimize göre sorun “laiklikte/sekülerlikte” düğümleniyordu, bu yanlıştı, sorun tamamen “aydın”da idi. Bu yanlış teşhis Müslüman zihnini millileştirdi/milliyetçileştirdi ve halkın hayat tarzını ve taleplerini masum ve hatta hakikatin kaynağı görme hatasına düşürdü.

    Lozan hem Türk egemenliğini sınırladı hem Kürtleri Türklere zimmetledi, şimdi egemenliğin genişletilmesi isteniyor ve bu da Kürtler olmadan olmuyor

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslamcılıktan ‘millîlik’e geçtiği (geçmek zorunda kaldığı) 2015’ten bu yana dilinden düşürmediği “Bizim bir Misâk-ı Millî meselemiz vardır” cümlesi gelir Lozan’a dayanır, ki zaten Lozan da doğrudan payını alır bu iddiadan. Lozan Kürtler için de bütün doğal haklarının Türkiye Cumhuriyeti devletinin insafına bırakıldığı bir antlaşmanın adıdır ve Kürtler on yıllar boyunca o insaftan zerrece nasiplenmemişlerdir. Yani Lozan Türk egemenliğini sınırladı, Kürtleri Türk egemenliğine zimmetledi, fakat şimdi egemenliğin genişletilmesi isteniyor ve bu da Kürtler olmadan olmuyor.

    Kürt meselesinde iyimser ya da kötümser olmak

    Yaşadığımız kayyum tartışmaları bize yerel yönetimlerin toplumsal ve siyasi hayatımızda ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yerel yönetimlerin kıymetini bilen ülkelerde, daha gelişkin bir demokrasi kültürü var… Son yıllarda özellikle Avrupa ülkelerinde siyasetin öne çıkan yüzleri arasında belediye başkanlarının dikkat çektiğini görmek mümkün. Yerelin güçlenmesi, “merkez”in denetimini kolaylaştırıyor. Başa dönecek olursak, silahların bırakılması yeni bir çığır açacak kadar önemli…

    Barış ve yerleşik korkular…

    PKK’nın silah bırakma kararında yer alan Lozan, 1921 anayasası gibi vurguların bir sorun olarak öne çıkarılması, bunların barış sürecine itiraz etmeye vesile edilmesi bu tür tepkilerin tipik bir örneği… Silahsız Kürt siyasetinin muhtemel getirilerini, kurucu yeni hamleyi görmekten çok, mevcudu koruyan itirazcı bir tutum üretmek de öyle…

    Tamamı yasal eylemlerden terör nasıl çıkar?

    12 Mayıs 2025 tarihi Türk ve Kürt halklarının ortak geleceği, ülkemizin huzuru ve her birimizin güvenliği için tarihi bir gündü. Barışa yaklaştıran her adım...

    Düşünceden bölücülük üretemezsiniz

    Yaklaşık 47 yıldır varlığını sürdüren milyonlarca sempatizanı olan ve Ortadoğu’da birkaç ülkede örgütlü olan PKK kendini feshediyor. Ancak gel gör ki örgütün varlığına son vermesi değil de kendisini doğuran nedenleri anlattığı açıklama üzerinden kıyamet kopartılıyor. Nasıl olur da örgüt, ‘Kürtlere yönelik 100 yıllık baskı olmuştur’ diye açıklama yapar. Sormak lazım… Ne diyecekti ki? Biz dağa temiz hava almak için mi 47 yıldır çıktık? Siz de çıkar “bu ülkede kimseye ayrımcılık yapılmamıştır’ der kendi doğrunuzu topluma izah edersiniz. Buna siyaset denir. Ama hiçbir siyaset "düşünceden bölünme" çıkartmaz.

    PKK silah bırakırken nasıl bölücü oldu?

    1978 yılında bağımsız birleşik Kürdistan kurmak için silahlı mücadele başlayan PKK, 2025 yılında silahı bırakıp, kendini fesh ederken Lozan’ı eleştirdiği için bölücü ilan edildi. Yani daha bir ay öncesine kadar Türkiye Cumhuriyeti ile savaş halinde olan bir örgüte, “sen nasıl Lozan’ı eleştirirsin” diye kızılıyor. Belki de bu bir normalleşmedir; PKK bir anda silahla çatışılan değil, kalemle tartışılan bir örgüte dönmüştür!

    PKK aradan çekilince Kürt kimliği

    PKK aradan çekilince Kürt kimliği bir baş dönmesi yaşayacak. Sevgi veya nefretin konusu olsun farketmez, marazi bir bağımlılık geliştirmiş olan tüm aktörler bocalayacak. Kendilerini yeni realiteye göre konumlandırma lüzumu doğacak. Fakat bir bütün olarak Kürtler için yeni durum yepyeni bir fırsatı doğuracak: Kürtler hızla devletleşecekler.

    PKK’siz Türkiye’ye hoş geldiniz

    Türkiye’nin iktisadi olarak belini düzeltememesinde, siyasi olarak otoriterleşmesinde, hukuki olarak hak ve özgürlük açığı vermesinde ve içtimai olarak da kutuplaşmasında en büyük rolü PKK’nin silahı oynadı. İttifaklar ve karşıtlıklar, silah üzerinden kurgulandı. Silahın ortadan kalkması, ülkede çok büyük bir değişimi beraberinde getirme potansiyeli taşıyor; bunu görmek ve takdir etmek gerekir. PKK’siz bir Türkiye artık hayal değil.

    ‘Kürt meselesi’nin macerası

    Çok partili rejimin 1946’daki ilk genel seçimlerle devreye girmesi, Kürt meselesine toplumsal bir boyut kazandırdı. Kürtler de seçmendi; oy veriyor, iktidarın belirlenmesinde etkili olabiliyorlardı. Türkiye İşçi Partisi’ni kuran ve yönetenler arasında Kürt aydınları da yer alıyordu. Tarık Ziya Ekinci, Yaşar Kemal, Yusuf Ziya Bahadınlı ve Adil Kurtel aklıma gelen birkaç isim.

    9 şiddetindeki bir depremde bile can kaybı yaşamamayı Japonlar nasıl öğrenmiş olabilirler?

    99 felaketinde yardıma uzaktan gelenler arasında farklı deneyimlere sahip kişiler vardı. Japonya’dan gelen heyette Japon İmparatoru’nun başdanışmanı gibi önemli ve deneyimli kişiler bulunuyordu. Yetkililer ile ilişki kurmak için bütün yolları denediler. Ancak muhatap bulmakta zannedersem biraz zorlandılar. Japonya Büyükelçisi de geldikleri ilk gün yapılan toplantıda bu zorluğa işaret etmişti: “Bu ülkedeki zorluk, uzmanların sorunları anlamaya uğraşmaları değil, her şeyi önceden bildiklerini iddia etmeleridir. Bu nedenle yerel insanlardan bir şeyler öğrenebilirsiniz. Ama kamu işlevleri yerine getiren sınıflar, özellikle kamu imkanlarını kullanan kişiler genellikle –en olmayacak bir şekilde- kendilerini temsil ederler…”

    Diyarbakır Gazi Caddesi’nde yürümek

    Yıllar içinde o kadar çok dostum, arkadaşım oluştu ki “Nerelisin?” diye soranlara, “Diyarbakır’ın Sur ilçesindenim” diyebiliyorum. Diyarbakır büyükşehir belediye başkanlarından Osman Baydemir’in, Suriçi belediye başkanlarından Abdullah Demirbaş’ın yurda dönüş heyecanı içinde yandıklarını biliyorum. Türkiye bir çağ atlama fırsatını yakalamış durumda. Kürtlerin de Türklerin de mutlu olabilecekleri yeni bir döneme giriyoruz.

    Vicdan duygusunun sızamadığı bir sevme biçimi olarak ultra milliyetçilik

    Bazı sevme biçimleri esas anlamını tanınmayana, uzaktakine, ‘biz’den olmayana yöneldiğinde bulan vicdan duygusunu dışlar ya da onun ancak küçük dozlarının bünyeye sirayet etmesine izin verir. Bunlar, tek bir özneye odaklanmış yoğun (aşırı?) sevgi biçimleridir. Sosyal medyada gerek Sırrı Süreyya Önder’in ölümünden gerekse Kürt barışının gerçek bir imkân olarak belirmesinden sonra ortaya çıkan tablo, ultra milliyetçiliğin içine vicdanın sızamadığı bir sevme biçimi olduğunu bir kez daha gösterdi.

    JD Vance ve kitabı

    Brüksel seyahatlerinden birinde ABD Başkan yardımcısı JD Vance’in bundan dokuz yıl önce daha 31 yaşındayken yazdığı “Hillbilly Elegy” adlı kitabını satın aldım. Kitabı okuyunca işçi sınıfının elitlerin geliştirdiği küreselleşme ve neo-liberal ekonomik yapıya tepkisini anlamak mümkün oluyor ABD’deki Demokrat Parti, Avrupa sosyal demokrat partileri yeni bir söylem geliştiremedikleri veya değişimin korkulacak bir şey olmadığı konusunda seçmenlerini ikna edemedikleri sürece, demokrasilerin sağa kayması kaçınılmaz gibi geliyor.

    Barcelona’nın 2024-2025 Sezonu: Geri dönüş hikâyeleri ve Lamine Yamal’ın büyüsü

    Barcelona’nın 2024-2025 sezonu, Flick’in taktik dehası, yüksek yoğun şiddetli pres, hızlı paslaşmalar ve Lamine Yamal’ın büyülü yetenekleriyle bir geri dönüş destanına dönüştü. Yamal, Messi’nin mirasını hatırlatan bir yıldız olarak parlıyor, ancak kendi hikâyesini yazıyor. Inter maçındaki sözleriyle Simone Inzaghi’nin dediği gibi, “Lamine, 50 yılda bir gelen bir yetenek.” Barcelona, bu isyankâr ruhla La Liga ve Şampiyonlar Ligi’nde zirveye oynuyor. Taraftarlar, Yamal’ın 3-0-4 işaretiyle kutladığı gollerle, yeni bir altın çağın müjdesini alıyor. 2025, Blaugrana’nın pes etmeyen ruhunun ve 17 yaşındaki kahramanının yılı olabilir.

    Habemus Papam Baby: Amerikalı Papa, Amerika Kralı Trump’a karşı

    Francis’in ardından göreve seçilen Papa XIV. Leo’yu duyuran kardinalin balkondan haykırdığı üzere: Habemus Papam, artık “Papamız var”. 69 yaşındaki Robert Prevost, dünya tarihinin ilk ABD’li Papası seçildi. Prevost, merhum Papa Francis’in sadık bir çalışma arkadaşı, göçmen hakları savunucusu ve Trump’ın sıkı bir muhalifi. Tam da bu nedenle Sistine Şapel’de toplanan 133 kırmızı cübbeli kardinal sadece yeni bir Papa seçmedi, aynı zamanda Trump’ın karşısında mücadele verecek yeni bir fiili “muhalefet liderini” de belirledi. Hem Amerika hem de Trump’ın gazabından korkan dünya için.

    Bir cumhuriyet kızı olarak Şule Yüksel Şenler

    Şule Yüksel Şenler için Cumhuriyet kızı denmesi şaşırtıcı gelecek, çoğu kişi tam tersi olduğunu söyleyecektir. Fakat, Şenler ailesi dedelerinden ve büyük annelerinden itibaren gerçek anlamda “eskiyi silmiş yeni yolu tutmuş” bir Cumhuriyet ailesiydi. Düşünce ve yaşam biçimiyle Atatürk devrimlerinin yılmaz savunucularıydı. Torun Yüksel Şenler, 27 yaşına kadar cumhuriyet kızına en parlak örneklerinden denebilecek kadar mücadeleci bir kızdı. Öyle ki, kendini dini bir akıma kaptırarak aileyi şoka uğratan ağabeyi Özer’e, en sert tepkiyi veriyordu. Bu yazı, Şule Yüksel’in Şule olmadan önceki Cumhuriyetçi Yüksel’i anlatıyor.

    “Kefen-i Zarûret”, bir kat bez ve sarı torbalar

    Ömrünü barışa adayan, eşkâli tebessümüyle tanımlanan bir insanın ölümü bile “teneffüs” olmadı bazı nefret işçilerine. Nefretine vesile, hatta afiş oldu. Oysa şöyle yazmış 14 yıl önce: “Bir kişiye onu öldürecek kadar da düşman olabilirsiniz. Onu öldürdükten sonra artık muhatabınız düşmanınız değildir. O ölüp gitmiştir, mukabele edemez... Yaptıklarınızın muhatabı bütün kainattır.” Sonra da “hikâyenin bile hikâyesinin olduğu” yurdundan “Yaşarken kimliksiz, ölürken kefensiz” gidenleri anlatmış.

    Türkiye’nin Sanayi İnkılabı

    Türkiye’nin askeri-endüstriyel kompleksi başta Kürtler ve Türkler olmak üzere bütün Müslümanlar için dünya-tarihsel önemde bir başarı hikayesidir. İç siyasetin mide bulantılarıyla bu konuya bakanların göremeyeceği kadar önemli bir gelişmedir.

    Türkiye’nin hayırlı cuması…

    50 yıllık bir sayfa kapanıyor. Bunun olabileceğine inanmak kolay değil. Çünkü kaç nesil bu sorunun içine doğdu. Hayatımızda hep PKK, terör, silah gibi kavramlar oldu. Bunun olmadığı bir dünyayı bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de bize olmaz gibi geliyor Ama oluyor. Önce olanla barışarak başlamalıyız.

    Bize bir kubbe lazım

    Şimdilerde PKK’nın kendini feshetmesi söz konusu iken, “Türkler ve Kürtler bu devletin ve ülkenin gerçek sahipleri veya efendileridir” ya da “Türkler ve Kürtler ittifak ederlerse bölgenin hakim gücü olurlar” gibi fikir ve öneriler ya da “Kürtler de önce ulus devlet kurmadıkça Türkler, Araplar ve Farslarla barışamazlar” demek 150 senedir sürmekte olan hatadan çok daha büyük bir hatayı ve çatışmayı icad etmek olacaktır. Hakkaniyetli ve adil olanı şudur: Bölgenin bütün dini, mezhebi, etnik ve sınıfsal sosyolojileri bu bölgenin gerçek sahipleri ve efendileridir.

    ‘Yarının çocukları, gülleri için’

    Bahçeli’nin çıkışlarına ve süreçte atılan adımlara dudak büken, ‘dış gelişmeler bunu mecbur kıldı’ diyerek küçümsemeye, ‘Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için yapıyorlar’ diyerek süreci akamete uğratmaya çalışanların; betona çakılmış kazık gibi aynı yerde durmaya devam etmeleri, yıllardır toplumu paramparça eden Kürt sorununun nasıl çözüleceğine dair en ufak bir katkılarının olmaması tesadüf değil. Kendi gettolarında o kadar mutlu ve ‘haklılar’ ki kafalarını dışarı çıkartıp dünyada neler olup bittiğini anlamaya çalışmak onlara zül geliyor. TBMM Başkan Vekili Sırrı Süreyya Önder’in tabutuna sarılı bayrağı bile ‘’AKP Kürt oylarını almak istiyor’’ sığlığından öte yorumlayamıyorlar. Kendileri gibi olmayan birinin ne söylediğini, ne hissettiğini, neler yaşadığını anlamaya empati yapmaya tenezzül bile etmiyorlar.

    ‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor?

    ‘Türkiye Müslümanları,’ Müslüman kelimesinin kapsama alanını daraltan insanların düşündüğünden çok daha fazla. Onlar her yerde ve dolayısıyla Müslümanlığı hiçbir parti temsil etmiyor. Bilakis her partinin içinde dinin müntesipleri ve sevenleri var. Durum buyken, dini belli bir siyasetin güdümüne sokan, dahası bir siyasî partiye taraftarlık üzerinden ‘Müslümanlık’ ölçen tutumlar topluma, insana, ama özellikle dine karşı bir kötülük niteliğini taşıyor.

    68 üzerine bir geçmiş muhasebesi

    68 olayları, çok gerilerde kaldı. Ancak o dönemde yaşananlar, zengin dersler içeriyor. Biz 68 solcuları, geçmişimizi ciddi bir süzgeçten geçiremedik, hatalarımızı ve sevaplarımızı yeteri kadar konuşamadık. 68 olayları, toplumun bir kesimi için felaket günleri, bir kesimi için ulusalcı baskı dönemi, başka bir kesim için de bayram günleridir. 68 Türkiyesi, çok çeşitli siyasi aktörler tarafından farklı şekilde yorumlanıyor.

    Kürt sorunu, PKK sorunu, PKK’lılar sorunu

    Geçmişte, Kürt meselesinin her kritik kavşağında başlığı aynı (“Şu anda hangi mümkün çözümü ıskalıyoruz?”) fakat içeriği o günkü gelişmelere göre farklı çok sayıda takip yazısı yazdım. Bu soruya bugün şöyle bir cevap veriyorum: Şu anda PKK’lıların birer kurşun asker değil ihtiyaçları, arzuları, gelecek kaygıları olan gerçek insanlar oldukları gerçeğini ıskalıyoruz. Bu bakış değişmezse “PKK sorunu” çözülse de “PKK’lılar sorunu” devam eder.

    Gündelik hayatı ve siyaseti şiddetten arındırmak için

    Bir apartmanda temizlik görevlisi olarak çalışan İsmail Aydemir, elinde Tevhit bayrağı ile Filistin’deki soykırımı protesto etmek için yolda yürürken birinin yumruklu saldırısına uğramış ve yaralanmıştı. CHP lideri Özgür Özel o olayda saldırıya uğrayıp ağzı burnu kan içinde kalan İsmail Aydemir’i değil gözaltına alınan saldırganın ailesini arayıp ona “geçmiş olsun” demişti. Tanınmış bir gazeteci “ellerin dert görmesin” diye yazmış, CHP İstanbul Gençlik Kolları ise daha ileri giderek saldırganın posterini yapıp bayraklaştırmıştı. Siyasette ahlaki kuralları kişilerden ve onların tutumundan bağımsız olarak savunmak ve bunu yerleştirmek safdillik, aymazlık veya romantiklik değil gerçekçilik ve basirettir.

    Kürtler ve Deniz Gezmiş…

    “Kürt” demek de o zaman yasaktı. Yasaklar arasında o sözler görmezden gelinebildi. Deniz’in Kürt meselesindeki tavrını ortaya koyan sözleri, 68 Kuşağı’nın bu meseledeki genel duyarlılığının bir kanıtı. Son nefesinde Kürt-Türk kardeşliğine vurgu yapan Deniz’in, idam sehpasında attığı slogan bugün artık çok anlamlı ve değerli bir tarihsel duruşu gözler önüne seriyor.